12 Ağustos 2008 Salı

Risale-i Nur'dan

YEDİNCİ MESELE:
Rivayette var ki, "Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar."
Ve'l-ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine taraftar eder ve din derslerinden tecerrüt eden maarifi rehber edip tâmimine şiddetle çalışır, demektir.
SEKİZİNCİ MESELE
Rivayetler, Deccalın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiâze etmiş.
Bunun bir tevili şudur ki: İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır.
ON DOKUZUNCU MESELE
Rivayetlerde, âhirzamanın alâmetlerinden olan ve Âl-i Beyt-i Nebevîden Hazret-i Mehdînin (Radıyallahu Anh) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velâyet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.
Allahu a'lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: Büyük Mehdînin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dâirelerde icraatları olduğu gibi, herbir asır, me'yusiyet vaktinde kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdîye veyahut Mehdînin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda bir nevi Mehdî Âl-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i Abbâsî ve diyanet âleminde Gavs-ı Âzam ve Şâh-ı Nakşibend ve aktâb-ı erbaa ve on iki imam gibi büyük Mehdînin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdî hakkında gelen rivâyetlerde, medâr-ı nazar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğundan, rivayetler ihtilâf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise... Bu mesele Risale-i Nur'da beyan edildiğinden, onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki:
Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beytin hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin.
Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler mânevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur'âniyenin mayasıyla ve imanın nuruyla ve İslâmiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhir zamanda, şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ihya ile, ilân ile, icra ile, başkumandanları olan Büyük Mehdînin kemâl-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet mâkul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.
Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an'ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.
İkinci İşaret, yani:
ALTINCI İŞARET
Hazret-i Mehdînin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdî cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak.
Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.
Üçüncü cihet ve sebep: Her iki Deccal, Yahudinin İslâm ve Hıristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından, dehşetli bir iktidar zannedilir. Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki, İslâm devletinin başına geçecek olan Süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

29 Haziran 2008 Pazar

kement

* Muhip: “ Sen Arvas’a kendiliğinden mi gittiğini sanıyorsun? Seni çekiyorlar oradan… Sen de tıpış tıpış gidiyorsun!”
Dostumun uçaktaki bu sözü ta ciğerime işlemiş ve ensemden aşağıya doğru bel kemiğim üzerinde kayan bir buz parçası gibi beni ürpertilere boğmuştu.
Evet, boynumda göze görünmez bir kement vardı, bu kemendin ucu, Van’ın Arvas köyünde, mürşidimin mürşidi Seyyid Fehim Hazretlerinin nur yatağı başında, yine görünmez çıkrığa bağlıydı. Çıkrık dönüyor, kemendin ipini sarıyor ve bizi, ister gökte, ister yerde, kendisine doğru çekiyordu.
Böyle miydi?
Böyleydi!
Ve bu, saadetlerin en üstünüydü.

*Kaasım Arvas, dedesine ait bir menkıbe anlatıyor:
-Seyyid Fehim Hazretlerine, üstadları Seyyid Taha ile aralarında köprü vasıtalığı eden Seyyid Muhammed Salih’i nasıl buldukları hakkında sual sorulmuş… Şu cevabı vermişler: “Muhammed Salih Hazretleri kâmildi, mütekâmildi; fakat bir kusuru vardı, inkâr edicileri, kötüleyicileri yoktu.”
Bayıldım ve hemen not ettim.
Bir de Seyyid Taha Hazretlerinin üç öğütlü duası:
-“Allah sizi şöhret belasından, şeytan iğvasından ve düşman şerrinden korusun!”
(Hac’dan çizgiler, renkler ve sesler/Necip Fazıl)

ZİYARET

Müftü Efendi, bundan evvelki Arvas ziyaretimizde bana ait bir hali tasvir ediyor:
-Seyyid Fehim Hazretlerinin mübarek merkadlerinde ayak ucuna çekilip çömeldiğimiz zaman gözlerim size mıhlandı. Yüzünüz evvela kıpkırmızı kesildi, bütün kanınız başınıza çıkmış gibiydi. Sonra birdenbire kireç rengine döndünüz. Bu defa da vücudunuzda kan dolaşımı diye hiçbir şey kalmadığı hissini veren bir yüz… Öyle oldunuz ki, ruhunuzu teslim etmek üzere bulunduğunuz hissine vardım.
-Bir de bana sorun iç halimi!..
-Biliyoruz, yazdınız!
-Yazıyle, tarifle ne anlatılabilir ki!..
-Bakalım bu defa Seyyid Taha Hazretlerinin merkadi başında ne hale geleceksiniz?
-Allah bilir… Böyle bir ihtarın bana yapmacık tavrı vermesinden korkarım.

………….

Sofu Tahir beni bu avlumsu yer önünde toprağa indirdi. Bir de bakayım ki, arkadaşlar, burada ayakkabılarını çıkarıyorlar. Ben de çıkardım.
Müftü Efendi:
-Burası, Seyyid Abdullah Hazretlerinin merkadi, dedi; Seyyid Taha Hazretleri biraz daha yukarıda…
Seyyid Abdullah, büyük kol başı Mevlana Halid Hazretlerinden Seyyid Taha’ya gelen irşad çizgisinin lahikası halinde, alıcı ve verici olarak her iki tarafa da bağlıdır, ara yerdedir ve Seyyid Taha’nın amcasıdır. Yüzlerce halife yetiştirmiş olan Mevlana Halid’den gelen nur, doğrudan Seyyid Taha’dan geçerken, ayrıca ve aynı merkez yönünde Seyyid Abdullah’a da uğramaktadır.
Seyyid Taha Hazretlerinin bir vasiyeti:
-Seyyid Abdullah Hazretlerinin arkasında beni öyle bir yere defnediniz ki, ziyaretime gelenler önce Seyyid Hazretlerine uğrasınlar; ziyaret yolu kendilerinden geçsin…
Çorapla toprağa basarak binaya girdik. Orta yerde, üstü parlak yeşil bir örtü kaplı merkad… Mezar ziyareti edebine göre çevrelendik ve oturduk.
Bu noktada benim halim kelimenin üstüne çıkıyor. 45 yıl önce karaladığım ve sonunu getiremediğim üç mısra:

Kelimenin üstünde,
Cümlelerin altında,
Benim büyük meselem…
Meğer bugünkü yangınımın kıvılcımlarını o günden taşıyormuşum.
Bir Fatiha ve onbir İhlas okuyup Veli’ye ithaf ettikten sonra gözlerimi yumdum ve kala kaldım. Sanki dondum. Anlatılabilecek hiçbir ihsasa malik değilim… Anlatabilsem veya anlayabilsem başkalarından evvel kendime anlatacağım.
Çıktık. Ziyaretimin asıl mihrakı Seyyid Taha Hazretlerine gidiyoruz… Sık ağaç dallarının içinden sıyrılır sıyrılmaz muazzam bir saray harabesi… Ne o?.. Periler diyarında mıyız?.. Muhteşem kapısı gayet ince nakışlarla haleli pencereleri ve heybetli duvarıyle dış mimarisi olduğu hiç yıpranmamış şekilde ahenkleştiriyor.
Sualime cevap verdiler:
-Seyyid Abdullah Hazretlerinin torunlarına ait konak…
Konak değil, gerçekten saray… Maneviyat sorguçlarının sarayı…
Öyle bir şahsiyet ifadesi içinde ki: “İşte ben buyum ve Türk vatanı buydu!” diye haykırıyor; fakat okyanus ortasında düdük çalan bir geminin çığlığı gibi kimse bir şey işitmiyor. Daha doğrusu kendisi işittirmek istemiyor.
Dikine birkaç adımdan sonra, üstü açık bir toprak çerçevesi içinde üç kabir… Bir önde, öbürü arkasında, daha öbürü de ikisi arkasında ve solda… Öndeki Seyyid Taha, arkasındaki Seyyid Muhammed Salih, yandaki de Seyyid Taha Hazretlerinin çok sevdikleri oğlu…
Büyük bir muayede salonunda, binlerce sarıklı ve nur yüzlü, ayak üstü ve el-pençe divan vaziyetinde insanlara karşı, muazzam tahtına yerleşmiş bir hakim huzuruna çıkar gibi, suçluların en zavallısı edasıyla adımlarım dolaşa dolaşa yürüdüm ve merkadin ayak ucuna yığıldım.
VE ZİYARET
Aynı cümudiyeleşmiş hal… Şeyhimin şeyhinin şeyhi huzurunda, öyle bir boşluğa bulanmış bulunuyorum ki, göğe mi kaldırılıyor, denizin dibine mi indiriliyorum, farkında değilim. Bildiğim, hissettiğim şu ki, her şey benden uzaklaştırılıyor ve bir şey, anlatılmaz bir şey, bana yaklaştırılıyor. Ne şekil, ne renk, ne ses… Her şeyin mücerredinden gelen bir davet…
Bu duygudan bir an kaba akıl hesabına inelim…
Biri, kaba akılcılardan biri çıkıp da sorsa:
-Bu hali kendine sen mi veriyorsun, ziyaret ettiğin büyüğün ruhaniyeti mi? Sakın kendi kendinin telkini altında birtakım hayallere giriftar olmuş olmayasın!..
Cevabı çoktan hazır:
-Bu hali bana o ruhaniyet veriyor ve ben’de ona istidadı yerinde buluyor. O çekiyor, ben de kendimi koyuveriyorum. Emme-basma tulumba misali…
Akılla ruh arası münasebetlerde bundan başka söylenebilecek söz yoktur; ve bu nokta imanın en nazik düğüm merkezidir. Anlayanlar anlasın!...
Ayrılırken Seyyid Muhammed Salih Hazretlerine uğradık. O da, Seyyid Abdullah gibi, Seyyid Taha ile baş halifesi Seyyid Fehim arasında ayrı bir çizgi ve ana yolunyan lahikası mevkiinde… Efendimin şeyhi Seyyid Taha’dan alırken Seyyid Muhammed Salih’den de gelen bir pay var kendilerinde…
Ayak uçlarında, ayak taşından kopma, lahid çıkıntısı üstünde, sanki beni bekleyen yumruk kadar bir parça gördüm.
Sarımtrak pempeye kaçan bir zemin üzerinde kırmızımtrak ve mavimtrak hareli bir taş… Taşı aldım, öptüm, yüzüme ve bağrıma sürdüm ve cebime yerleştirdim.
Ayrıldık.
(Hac’dan çizgiler, renkler ve sesler/Necip Fazıl)

UÇAKTA BİR KEŞİF

Dağlar: yine o dağlar, gelişimizdeki koyu kahverengi cılk dağlar… Korkunç bir ıstırap tekallüsü halinde Anadolu ruhunu remzlendiren kel ve keleş dağlar… Uçak, gökte, tereyağından kıl çekercesine kayıyor. Ve ben not alıyorum:
-“Veliler diyarı Arvas, Nurlu Medine’den sonra dünyanın en mübarek yerlerinden biri, belki başlıcasıdır.”
Van’da bana söylenen bu söz, Seyyid Fehim Hazretlerinin torunu Müftü Kasım Arvas’a aittir ve en yüksek dağ boyuna yaklaşmış bir gerçeği abideleştirmektedir.
Mübarek merkad karşısında hayal edilemez bir gelin odasına girer gibi önümde tül tül açılan manalarını hatırlayınca Kasım Arvas’a, belirttiği ölçü bakımından hak verdim…
Ve birdenbire bende bir dehşet!... Müthiş bir keşif…
Aylarca, mevsimlerce evvel, evimde bir rüya görmüştüm. Dik, dik, dik bir dağ zirvesindeyim. Belki binlerce onbinlerce metre derinliklerde köyler ve ağaçlıklar hurdebin camındaki noktacıklar gibi görünüyor. Bu ne yükseklik!... Anlatılır gibi değil… Yanıma, sol tarafıma doğru dönüyorum. Orada, tam zirve noktasında bir mezar… Toprağı elenmiş, taranmış, tertemiz… Beton bir çerçeve içindeki mezarın başında, dörtköşe, toprağa yatırılmış bir levha ve üzerinde İslam harfleriyle iki kelime:
DERVİŞ MUHAMMED
Dehşet!
Bulunduğum nokta ve mezar, aynen Arvas dağlarında gördüğüm manzaraydı ve elenmiş, taranmış toprağını yüzüme gözüme sürdüğüm mukaddes merkade tıpatıp uygundu.
O zaman bu rüyanın Seyyid Fehim Hazretlerine ait bir ruhaniyet belirtisi olduğuna dikkat edememiş; ve Kainatın Efendisine kadar varan “Altun silsile” isimli ve 33 halkalı zincir üzerinde bir de “Derviş Muhammed” adında bir kolbaşı bulunduğu için tecelliyi ona bağlamıştım.
Aynı Silsilenin her büyüğüne cezb hassası ayın olduğuna göre arada bir fark görülemezdi ama rüyamın fiil halinde madde âlemine uyması istikameti Seyyid Fehim Hazretlerine bağlıyor ve hele onun “Muhammed Fehim” adını öğrendikten sonra bütün Silsile boyunca Efendimden ve onun Efendisinden yön aldığım belli oluyordu.
Ziyaretten sonra bende kalan ve en tesirli ilacın yerine getiremiyeceği intiba, müthiş, müthiş bir hafiflikti. Aynı hafiflikte karanlık iklim İstanbul’a dönüyor ve daha önce belirttiğim gibi, uçak beni uçurtmuyor, ben onu uçurtuyordum.
Gözümün önünde artık son nefesime kadar benden ayrılmayacak olan o beyaz, o gelin odası beyazı, o nur beyazı, o beyazlık mayası beyaz, mübarek çerçeve ve içinde baş ve ayakuçlarındaki iki kitabeden manalar:
Hazret-i Seyyid Fehim, o irfan ve din merkezi ki,
Göçüşüyle topraktan eflake dek topyekûn mekân matemle doldu.
Ağlayan Gaipler âlemi, ardından nida etti ve dedi:
Gitti… Kâinatın O var diye var olduğu rahmet tacidarının yanına…
Ve:
O ki, Mesih nefesiyle gönüllere ebedi hayatı üflerdi. Nakşîlik mesleğinde Rabbani yolu, Halidi tavrı ve Seyyid Taha tasarrufu üzerindeydi. Gitti… Ve dört şey bıraktı: Rabbi bilmek, hakkı aramak, gönlü sefalandırmak, vefa.
Beyazlar içindeyim… Beyaz, beyaz… Başı, sonu görünmez beyaz bulutlar… Sanki gökler, kara dünyaya bembeyaz bir ihram geçirmek istiyor… Mücerredin rengi beyaz; içinde hiçbir nispet ve kıyas rengine yer vermeyen bir beyaz… Kesiksiz vefa, sonsuz safa beyazı..
(Hac’dan çizgiler, renkler ve sesler/Necip Fazıl)

8 Haziran 2008 Pazar

Süleyman Hilmi Tunahan’dan (k.s.) 2

—Semada âleme ziya veren güneş bir olduğu gibi, Muhammediyyü’l-Meşreb ve sahib-i irşad olan varis-i hakiki de birdir. Vücud-ı Nebi (s.a.v.), dinin merkezi olan arzda ise de, Ruhaniyet-i Rasulullah, diğer âlemlerde tebliğ-i ahkâm eylediği gibi, varis-i hakiki olan zatın vazifesi de –ona teb’an öyledir. V e bütün kâmiller, kandilini O’ndan yakarlar.
—Salât-ı münciye’nin sırrı “Ve ala alihi” , Salât-ı nariye’nin sırrı “ Ve hüsnü’l-havatim”dedir. İkişer okumalı. Gafil kişiler bu sırdan mahrum olup, “Al” kelimesini okumazlar.
—Kevser sure-i celilini yatarken üç defa okuyup, sevabını Rasulullah’a hediye etmek suretiyle “Ya Rabbi, bu surede bulunan melaike ve ruhaniler beni şu saat ve şu dakikada kaldırmazlarsa, uhdemdeki vebalim onlardan sorulsun” der de böyle bir tedbir alırsa, o saat ve o dakikada mutlaka kaldırılır. Kalkmazsa ayağından çekerler. Bu tecrübesi güç olan güç olan şey değil.
—Vasıta içerisinde Kur’an ve evrad-ı şerif okunmaz. Zira cünüp ve hayızlı kişiler bulanabileceğinden ruhaniler razı olmayıp, felakete sebep olur.
—Hatm-i Hacegan, Abdülhalık Gucdevani Hazretleri zamanında, Hızır Aleyhisselam’ın taleb ve niyazı üzerine, Cenab-ı Hakk’ın ricaline ihsanıdır. Bunun için hatm-i hacegan yapılan mahallerde Hızır (a. s.) hazır olur.
—Dini dünyaya alet eden hocalar, halkı kendilerinden soğuttu. Bir şey alır da para vermez diye, esnaf bunlara yüz vermez ve kaçar hale geldi. Siz öyle olmayın. Maddeyi maneviyata karıştırmayın.
-“İnnallahe leyueyyidu hazaddiyne birraculil facir…” den murad, atom gücü ağır olan memleket olabilir. Küre-i arzda, İslam kanına girmeyen devlet olmak hasebiyle yardımı umulur.
Atomun tesir müddeti elli sene olup, decacilenin müddeti fesadı da elli senedir.
—Millet-i Yahud, hükümet kuramayacak diye kayıt yok. Mutlak hezimet ve topyekün mahvolmaları hakkında hüküm var.
—Büyükler, “Ya Rabbi, bizi tahammül edemeyeceğimiz imtihana tabi tutma. “ diye dua ederler de “Bizi imtihana sokma” demezler. Zira imtihanda terfi derece var. Siz, “Ya Rabbi, ben imtihan ehli değilim, beni imtihan etme. Habibin iltiması ile bizi bu âlemden imtihansız olarak göçür.” diye dua edersiniz. “Allah imtihan ediyor.” gibi sözler asla konuşmamalı. Zira kim imtihan verebilir?
—Bu yolda üstazların himmeti ile nice belalar bağışlanır. Hatimler ve diğer erkân, ihlâsla eda edildiği müddetçe, bu yolda saliklere zarar gelmez.
—Meyveyi ağacın kolundan, feyzi kulunun kalbinden bahşeden Cenab-ı Hakk her şeyi esbaba raptedip, Zat-ı kerimini gizlemiştir.
—Fahr-i Âlem (s.a.v.) ashab-ı güzine sohbet sırasında suallere cevap verirken, Ebu Zerr (r.a.) irtihal-i nebiden sonra, zuhuru beklenen fitnelerden sual etti. Cevaben: “Dehma fitnesi, vehma fitnesi, summün, bükmün, umyün fitneleri, zuhur ile ehl-i islama saldırırlar. Birinci kılınçla, ikinci ehl-i Kur’an’la, üçüncü ise zikir ve rabıta ehli olanlarla def edilecektir. “
Dehma’dan murad, Hz. Ali ve Hz. Muaviye (r.a.) aralarında vaki fitne haçlı seferleriyle İslam alemini yok etmek üzere yapılan taarruzlar. Bunlar İslam kılınçları ile def edilmiştir.
Vehma fitnesi, Fatih’in İstanbul’u fethidir. Batı Trakya’dan Çatalca yakınlarında bir pir-i fani, Fatih’e hitaben: “Ey Mehmed, nereye?” sualine: “İstanbul’u fethe gidiyorum.” cevabını verince, Pir: “O vehma fitnesidir. Onu fethedecek asker ehl-i Kur’an olmak gerek.” Fatih: “Hepsi Kur’an bilirler.” Pir: “Öyleyse imtihan gerek.” der.
Fatih bağlar arasında ordugâh kurup bir hafta bekler. Hafta sonu, orduya hareket emri verilir. Sefer sırasında orduya: Padişah hasta, yanında üzüm olan varsa getirsin, deva olur, şifa bulur, diye ilan edildiğinde, hiç birinde üzüm bulunmadığı anlaşılır. Ve Pir: “Ya Mehmed sana fetih müyesserdir” diye tebşir eylemiştir. Bu fitne de ehl-i iman ile def edildi.
Summün, bükmün, umyün fitneleri, bir kısmı geçmiş, bir kısmı gelmekte, bir kısmı da gelir. Bu fitnelerse, zikir ve rabıtanın nurlarıyla def edilecektir.
—Her hafta, “Divan-ı Salihin” tensib edilen bir gecede kurulur. Rasulüllah (s.a.v.) teşrif ederse reis O’dur. Teşrif etmezlerse Varis-i Rasul riyaset eder. Ve ahval-i âleme ait kararlar alınır. Hükümler verilir. Cari hadisatın ekserisi bu hükümlere bağlıdır.
—Akıl ve imanı kemal bulmayan insanlar; öfke, hased ve kibre esir olurlar.
—Rabıtayla dua: Ya Rabbi, kalb gözümü açıp ta beni perişan etme. Beni rıza-i ilahiyane giden feyz ve nur yolunda daim et.
—Salikler, sahibi nezdinde müsavi itibara sahiptir. Sadece merbutiyet, muhabbet ve gayret ehli olanlar, cevher yüklü develerin, yüksüz develerle farkı gibi itibar olunur.
—Küfrü icab eden veya etmeyen şeyleri bilmek, ezelde vermiş olduğumuz ahde vefa ve kemal-i imandandır.
—Rabıtasız kimseye ilim ta’lim etmek, düşmana silah vermekten farksızdır. Zira ehl-i nefistirler. Heva-yı nefsaniyesine, dünya menfaatine alet ederler.
—Rasulullah’ı nasıl Mevla hazırladı ise, varislerini de O hazırladı.
—Hatm-i hacegan, iki veya üç yapıldı mı her şeyi fethedir. Fenalık yıkılır.
—Yetmiş şeytan kuvvetinde olan nefsin, biricik ıslah çaresi rabıtadır. Ekâbirin ittifakı da bu.
—Bir sufiye kusurunu söylerseniz kızar. Hâlbuki ebedi düşmanı olan nefsi aleyhine yardım ediyorsun. Seni en büyük dost tanımalıydı. Düşmanın aleyhinde sana yardım eden kimse en büyük dostundur.
—Münkir olanlar nefsini, mü’min olanlar Mevla’yı sever.
—Teheccüd kılıyor amma çok geç bırakıyor. Müceddid yolunda gece yarısından sonra uyumak lazım değil.
—Divan-ı Salihin’de Rasulullah bulursa, Arabça konuşulur. Bulunmazsa Süryanice.
—Haccacın zulmü yok, evliyadır.
—Kıyametin dehşetinden mahlûkat, o gün zikre başlayacaklar. Melekler de “Zikrin yeri geçti, o dünyada gerekti.” Diyecekler.
—Ashabı Rasul (s.a.v.) 124 bin erkek, 100 bin kadın, tamamı 224 bindir.
—İsa Aleyhisselam inince: Evvela putları kıracak ve deccali yok edecek. Küffarı istila ettikten sonra, haraç yani cizyeyi kaldıracak. Ya iman ya ölüm diyecek. İşte o zaman: “Li yuzhirahu aladdiyni küllihi” sırrı meydana çıkacak.
—Sahabi: Rasululah (s.a.v.) ‘in daire-i imkân ve daire-i emkine-i külliye’nin tamamını kendi letaifinden nazar ederek seyr-i sülukünü bir anda itmam ettiği kişi demektir.
—Cephe bozuluncaya kadar harb, insanlar üzerinde farz-ı kifaye’dir. Cephe bozuduğu zaman, yediden yetmişe kadar, kadın erkek herkese farz-ı ayın olur. O zaman, kadın kocasından, köle efendisinden izin almadan cepheye koşar.
—Menkul ve gayrimenkul malların sigortası caizdir. Lakin hayat sigortası, Cenab-ı Hakka karşı yakışıksızdır.
—Rabıtada geçen zaman ömre sayılmaz. Ömür dünya ile ölçülüdür. Rabıta ise uhrevidir.
—Evvela imanın şartına bağlanmak, saniyen cesur olmak lazım. Korkaklar, Rasulullah’a tam bağlı olamazlar. Varislerine, üstazlara da bağları gevşek olur. Müslüman cesur olmalı.
—Harb olur. Darb olur, Müslim olur, kâfir olur, gelir gider, devran döner: bazısının imtihan sırası gelir, bazısı sabi iken gider.
—Mehdi bizim usulümüz üzere gelecek, şimdi o devirdeyiz.
—Rasulullah’ın şeriatına, sünnetlerine din ve kitabına varis olan zat-ı alişan, lihikmetin, diğer umurla beraber emsalsiz belalarına da varistir.
—Sadıkların adede ESHAB-I BEDİR’in adedi kadardır. Anadolu’ya ilk giren Osmanlıların adedi de bu kadar idi…
—313 İsmi Azam’dır. Bir sual üzerine “Sadıkların adedi o kadardır…” buyurdular.


(Hatıratım, Ali Erol)

6 Haziran 2008 Cuma

SAHTE SOFÎLER

· Sahte ve yalancı sofîler, ham ve kaba softaların, gûya din ve dinî hikmetler plânında tam mukabil kutbudur.· Ham ve kaba softaların gerçek din hikmetlerine nüfuz edemeyişi ve mütemadiyen nefsaniyetini din olarak ileriye sürüşü, nasıl başımıza tamamiyle aynı cins ve meşrebin tersine dönmüş örnekleri halinde küfür nesillerini çıkardıysa, onlardan çok daha evvel ve pasif seciye nümuneleri olarak da sahte ve yalancı sofîlerin türemesine vesile oldu.· Pîrinden itibaren birkaç kuşak doğru yol olarak devam eden ve Osmanlı İmparatorluğunun ilk şerefli ordu unsurlarına ruh ve seciye nefheden Bektaşîlik, en kısa zamanda bozulmuş ve gitgide tefesühte öyle bir hız ve mikyas kazanmıştır ki, hiçbir küfür müessesesi, onun temsil ettiği bozgun dehâsına varamaz olmuştur.· Sahte ve yalancı sofî, Bektaşîlikte silâh olarak nükte, telkin tesir altında bırakıcı meşrep, her işte telifçi, muvazaacı, oluruna bağlayıcı ve sulhçu seciye ve bilhassa sâbit ve mutlak kıymetlere karşı gizliden gizliye müthiş bir suikast zekâsı belirtir.· Sahte ve yalancı sofî, Bektaşîlik üniforması altında, Yahudilerin ve Masonların ulaşamayacağı bir içten tahrip dehâsıyla, her dişi gûya zarif bir nükte belirten testeresini cemiyetin ruhî salâbet kökü üzerinde gezdirirken, intisap iddia ettiği Melâmîlik veya «Vahdet-i Vücud» culuk meşrebiyle de bütün günahlara müsait zeminleri açar ve insan nefsaniyetini tanrılık dâvasına kadar düşürür.· Ruh nescimizin, tıpkı beyin zarına üşüşen verem mikropları gibi sahte ve yalancı sofîler elinde lif lif dişlenmesi neticesi olarak aldığımız büyük ahlâkî yara, son devirlerin bile ilk âmilini ihtar edecek mâhiyettedir.· Devirler boyunca bu türlü sahte ve yalancı sofîler, en küçük köylerden bile yerden mantar bitercesine, birer «ajans» türetecek kadar kötü sirayetlerinin kendi kendisine inkışafını görmüşlerdir. Tarikat ve mârifet taslayan şeyh edalı bu nevi echel ve esfel mikropların içinde, türlü üfürükçüler, gâipten haber verenler, devlet ve istikbâl dağıtanlar, tılsım ve keramet taslayanlar, namaz ve ibadet sevabı bağışlayanlar ve daha neler neler vardır.· Sahte ve yalancı sofîlerden bir kısımının en zehirli tesiri de, derviş seciyesi adına heykelleştirdiği korkunç ruh tablosudur: Pis, hasta, dünya ile alâkasız, iradesiz tedbirsiz, bütün madde ve mâna hâkimiyetinden uzak, nerede akşam orda sabah, topyekûn içtimaî vazife hissine lâkâyt, kapıları çalıp «Şey’en lillâh – Allah için bir şey» istemeyi ve dilenmeyi şiar edinmiş tipler... Devirler boyunca bütün vatan bu nevi dervişlerle dolmuştur.· Bütün dinlerin ve medeniyetlerin anası olan ve aslî rengini İslâmlıktan alan Doğuya, Avrupalının gözündeki sahte ve yalancı mânayı verdiren, işte bu sahte ve yalancı sofîlerdir! Onların en tehlikeli cephesi de, câhil insanları çabucak avlayıveren gûya renkli ve san’atlı ruh hâletleridir.· Sahte ve yalancı sofîler, muhkem ve mukaddes şeriat tablosunun önünden tahrip eden ham ve kaba softalara karşılık, onu arkasından bozan ihanet unsurlarıdır.· Dördüncü hükûm: İslâm inkılâbı sahte ve yalancı sofîlerle olmaz!
Necip Fazıl KISAKÜREK /İdeolocya Örgüsü’nden

25 Mayıs 2008 Pazar

Lafza-i Celal Zikri

Mürid, namaz kılıyormuş gibi kendini Allah’ın huzurunda hissederek oturmalı ve zikre başlamalıdır. Gözlerini iyice kapattıktan sonra bütün hislerini, kendisini Allah Teala’nın gördüğü ve işittiği düşüncesiyle toplamalıdır. Ardından mürid, çok günahkâr olduğu bilinciyle, o ana kadar Salih amel işleyemediğine ve Allah Teala’yı doğru dürüst zikredemediğine kendini inandırmalıdır.
Bütün arzu ve isteğiyle ALLAH Teala’yı zikredebilmek için gönülden yirmi beş defa “ estağfirullah” demelidir. Bunu söylerken de her seferinde tövbe-i istiğfarın anlamını idrak ederek gönülden dile getirmelidir. Çünkü estağfirullah, “Ey Allahım, beni bağışlamanı istiyorum” demektir.
Sonra sekiz defa Fatiha-i Şerife’yi okuyarak sevaplarını; başta sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere tasavvuf yolunun büyükleri ile Nakşibendî mürşid-i Kamillerinin ruhlarına, adeta bu dünyada son nefesinin veriyormuş, ruhu bedeninden kabzediliyormuş, teneşire konulup yıkanıyormuş, cesedi kefenlenip kabre indiriliyormuş, cesedi kabre gömülmüş de kendisine imanını tazelemek üzere Salih amelleri gelmiş ve bir bir kendisine görünmüş gibi düşünmelidir.
Ardından mürşidinin hayalini düşünmelidir. Sanki onunla diz dize ve göz göze gelmiş, mürşidinin o can dolusu halinden medet dileyerek ve bereketler umarak bir müddet rabıta yapmalıdır. Burada geçen sürenin kendisine haz vermesi önemlidir. Çünkü rabıta, zikir esnasında nasip olacak ilahi feyiz gibi müride çok fayda verir.
Zira mürşid-i kâmil, Allah Teala’yı zikredebilmeye ve zikrin hakkını yerine getirmeye daha ehil bir dostudur. Böylesine bir mürşid-i kâmille manevi olarak beraber olmak, ilahi feyizlerin gelmesine vesile olacak ve ruhani bir hal meydana getirecektir. Hatta onun suretini kalpten düşünmek, ilahi ikramların davet edilmesine sebep bile olabilecektir. Nitekim sevgili Peygamberimiz (s.a.v.),
“Zikir ehli Salih kullarla oturan şaki (rahmet ve bereketten mahrum) olmaz” buyurmuştur.
Mürid bu şekilde rabıtaya devam ettiğinde, Allah Teala’ya tam bir kalp huzuru ile yönelerek, kendi duyacağı şekilde lisanıyla şöyle diyecektir:
“İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Ey Allahım! Maksadım sensin, tek isteğim razı olmandır).”
Ardından dilini damağına yapıştıracak, sağ elinin işaret parmağı ile başparmağını halka yaparak diğer parmaklarını kapatacak; bu arada sağ elinin işaret ve başparmağı ile tuttuğu tesbihini kalbinin üzerine götürecektir. Kalbinin üzerinde “Allah” adının anlamının hissedecek, kalbinin bu ismin vereceği manevi huzurla dopdolu olduğunu düşünecektir. İşte böylece vukuf-i kalbi denilen zikir hali başlamış olacaktır.
Tüm bunlardan sonra mürid, kalbinden “Allah, Allah” diyecek ama dilini hiç hareket ettirmeyecektir. Bu şeklide “lafza-i celal” adı verilen zikir usulünü mürşidi günde kaç defa yapmasını istemişse, o kadar sayıda zikretmeye devam edecektir. Bu dersini yirmi dört saatte bir defa yapacaktır.

“Necmeddin b. Muhammed Emin Kürdi Erbili (k.s.)”
Altın Silsile (Hulasatü’l-Mevahib) Haz. İbrahim TOZLU

MÜRİD

Mürid:
Devamlı abdestli olmaya çalışmalıdır.
Namazlarını daima cemaatle kılmalıdır.
Farz namazların sünnetlerini terk etmemelidir.
Nafile namaz kılmakla birlikte zikrini de daha çok yapmak için gayret etmelidir
Akşam ile yatsı namazları arasındaki vakitte nafile ibadetleri ihmal etmemelidir.
Seher vaktini ibadetle ihya etmelidir.
İmkânlar ölçüsünde tasavvuf yolunu inkâr edenlerle münakaşaya girmemelidir.
İslam’ın tavsiye ettiği helal işleri, yasakladığı haram davranışları iyice öğrenmeye çalışmalıdır.
Tevazu sahibi olmalıdır.
Kendisini başkaları ile kıyaslamamalıdır.
Özellikle nefsin kötü hastalıklarını tedavi etmekle uğraşmalıdır.
Mürşidine olan sevgi ve muhabbetini gün geçtikçe artırmalıdır.
Kalbini Resulullah ve Allah Teala sevgisiyle doldurmaya gayret etmelidir.
Zahiri ve Batıni davranış ve tavırlarında vakar sahibi olmalıdır.
Mürşidiyle birlikte olsun veya olmasın her halükarda edep sahibi bir mümin olmak için gayret etmelidir.
Kendisini kimseden üstün görmemelidir.
Benlik duygusuna kapılmamalıdır.
Başkalarının eksikliklerini araştırmak yerine nefsinin kusurlarını görmek için gayret etmelidir.
Mürşidini çok sevmelidir.
Mürşidine kaşı hem zahir hem de batın olarak bağlanmalıdır.
Mürşidiyle birlikte olsun veya olmasın ona karşı hürmette kusur etmemelidir.
Süratle manevi ilerlemeye (kemalat) ulaşmak için çaba sarf etmelidir.
Tüm bunları mürid, günlük evradı ihmal etmeksizin yapmalıdır.
Murakabe haline en güzel şekilde ulaşabilmek için çaba göstermelidir.
Mümkünse tasavvufi ahlakı bilen kişilerle beraber olmaya çalışmalıdır.
Bu yolun inceliklerini bilmeyen insanların ulu orta konuşmalarından olumsuz etkilenmemelidir. Bunun içinde sürekli ilim ve amel sahibleriyle birlikte olmalıdır.
İslam dininde haram ve helal olan konuları iyice öğrenmelidir.
Hak Teala’nın yolunda ilerleyebilmek için asla bunlardan taviz vermemelidir. İşte o zaman mürid, Allah’a vasıl olmanın kemalatını elde edebilir.

“Necmeddin b. Muhammed Emin Kürdi Erbili (k.s.)”
Altın Silsile (Hulasatü’l-Mevahib) Haz. İbrahim TOZLU

Süleyman Hilmi Tunahan’dan (k.s.) (Hatıratım, Ali Erol)

—Peygambere, elçi demek çok çirkindir. Nebi; cennet, cehennem ve bütün hadiseleri bizzat görerek, gelip haber verendir. İlimleri şuhudidir. Bizim nebimiz, cennet cehennem dâhil bütün ulviyyatı, bizzat görmüştür. Diğer peygamberan-ı ızam ise, ruhen gördüler. Bizim nebimizin varisleri de ruhen görür.
— “Semavat ve arzda ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder” Tesbihin bir manası da: Havada ve suda sür’atle yürümektir. Maneviyatta sür’at lazım. Sessiz sür’at. İki parmağın birbirine değmesinde ses çıkmadığı gibi, dudaklardan da çıkmamalı. Kalb ve lisan lafız ve manayı beraber yürütmeye gayret etmeli.
— Cihanın nuru, merkez-i tecelli-yi zat olan Varis-i Muhammedinin kalb-i şerifinden dağıldığından, bütün tarikatlar feyz almak için ona muhtaç ve irtibat kurmaya mecburdurlar.
— Hz. Mehdi (Aleyhi Rıdvan) hakkında vaki hadis-i şerifte, Fahri Âlem (s.a.v.) Efendimizden sırran haber sadır olmuş olup ancak anahtarı kimde ise o açar ve işin hakikatini o anlar, başkası anlayamaz. Herkes anlasa sır zahir olur. Usule muhalif gelir. Yani zamanın sahibi, Rasulullah’ın varisi perdeyi kime açarsa ancak o anlar.
— İnsan nefsi üzerinde, tasarruf ve terbiye bakımından büyük te’siri olan Nakşî yolunun, hassalarından biri de başkasının menfaatini kendi menfaatine tercih etmektir. Bu ise kemalat-ı insaniyedendir. Şu güzel hasleti nefsine tatbik eden, Peygamber ahlakiyle ahlaklanmış sıfatlanmış olur.
— Nefsin kuvvetli hastalıklarından biri hased olduğu gibi, şeytanın kuvvetli tasarruflarından biride vesvese olup, Kur’an-ı Kerim’in, tertibinde hased ve vesvese ile nihayet bulması, bu işin ehemmiyetine işaret eder. Habis nefsin bütün arzuları menfaat olup emel ve arzuların tavanı yoktur. Menfaatperest insanlar, nefsin köleleridir. İmam-ı Rabbani evladları ise, şöyle düşünür: Herkes Müslüman olsun, Hak yolunu bulsun. Bizden evvel cennete girsin. Zengin ve âlim olsun. Bizler de Hak yolunda hadim olalım, (hizmet edelim) derler.
—Ana, meme verdikçe çocuk büyüdüğü gibi, nefis de, arzularına uyudukça büyür. Hatta veli olsam, peygamber olsam der. Nefsi-i emare ancak rabıta ile terbiye olur.
- İnsanın etrafı kebair, nefis, şeytan, hırs, tama, ilh., şeylerle çevrilmiş olup, cemal-i ilahiye giden yolu kesmek isterler. Hz. Şah-ı Nakşıbend (k.s.): Bu setler, silah ve sair sebeplerle aşılmaz. Sabahlara kadar ibadet ve zikirle meşgul olsa letaife nur girmez. Zira kapılar açılmaz. Ancak rabıta ile setler yıkılır, kapılar açılır, kalbe nur girer.
Büyük ceryanın demiri erittiği gibi, rabıta da bu setleri yok eder. Tarik-i Nakşî; rabıta yolu, enbiya ve mürselin yolu, arifler, kâmiller, sıddıyklar yolu, Tarik-i müşahede ve Tarik-i şuhuddur.
— Bundan böyle Allah’ın siyaseti, Allah’ın planları ve Allah’ın programı cari olacak ve ne olursa iyi olacak. Tarla dikenlenince sahibi tırpan getirip temizlediği gibi, Allahü Teala da mülkünü zaman zaman temizler. Her şeyin bir temizlik usulü var. Arzın temizliği de harb ve kılınçtır. İnsanlar bunu bilip, Mevla’nın mülkünde isyanı terk etmeli. Ve esbaba uyarak gaza askeri hazırlarken dua askerini de unutmamalı. Zira dua askeri, gaza askerinin ruhu gibidir, denilmiş. Haber-i Rasul ile sabit olduğu üzere dua mü’minin silahıdır.

21 Mayıs 2008 Çarşamba

MUTASAVVIF MÜCAHİTLER

MUTASAVVIF MÜCAHİDLER
Khurram Zaman
Tercüme: Hayreddin Soykan


Sufi mefhumu, umumiyetle vecd içinde dönen dervişlere dair birtakım tasavvurlar, İslâm’ın bildik geleneklerine benzemeyen sıradışı faaliyetlerle meşgul sıradışı insanlar veya tefekküre dalmış ve siyasete uzak mistikleri hatırlatır. Tasavvuf’un temel olarak İslam’ın kenarında bir yerdeymişçesine yanlış anlaşılmasına ek olarak, belki en büyük yanlış, onun Cihad’a karşı pasif ve kayıtsız olduğudur. Gerçekte, başka hiçbir şey, hakikatten bu kadar uzak olamaz.
Öncelikle, Mutasavvıflar arasında yer alıp da, Tasavvuf’un dosdoğru yolunu temsil eden bellibaşlı birkaç velîyi, (sayısız mümtaz şahsiyet arasından bir fikir vermek gayesiyle) tesbit etmek lüzumlu görünüyor.
Hanefi Uleması arasında, Ali Karî (vefatı 1606), Abdülgaffar Nablusî (1643-1733), Şeyh Ahmed Serhendî (1564-1624) ve Şah Veliyullah’ı (1702-1763) görüyoruz meselâ.
Malikîler arasından, şimdi sayacağımız âlimler de Mutasavvıf idiler: İbn Ataillah el-İskenderî (v. 1309) ve İbn Acibe (1747-1809).
Hanbelîlerde gördüklerimizden yalnızca birkaçı ise, Abdurrahman İbn Cevzî (1114-1201), Abdülkadir el-Geylanî’nin soyundan-torunlarından olan Abdülkerim Cilî (1365-1428) ve İbn Receb.
Yine, Muhyiddin İbn Arabî, Zahirî mezhebindendi.
Şafiî mezhebinden de, bazıları en seçkinlerden olarak, çok sayıda Mutasavvıf bulunmaktaydı: Ebülkasım el-Cüneyd (v. 910), Hakim Tirmizî (v. 320), Ebu Ali Dakkak (v. Hicrî 405), Ebu Abdurrahman Sülemî (936-1021), İmam-ı Gazalî (1058-1111), Abdülvahhab Şaranî (1493-1565), Ebülkasım Kuşeyrî (986-1072), İmam İzz İbn Abdüsselam (1181-1262) –İslam Fıkhı sahasındaki seçkin eserlerine ilaveten, Haçlılarla şevkle savaşmaktan kaçınan Müslüman idarecilere karşı takındığı sert tavrı ile de tanınır-, İmam Nevevî (1233-1277) ve İmam Suyutî (1445-1505).
Muhammed Haya el-Sindî de, Nakşıbendî tarikatındandı. Büyük Hindli Mutasavvıf Şah Veliyullah Dehlevî, son derece ilginç biçimde, Muhammed Haya el-Sindî ile beraber, sonrasında Endonezya’da Hollandalılara karşı Cihad’a kumanda edecek olan Şeyh Yusuf’un da aynı zamanda hocası, bir diğer büyük Mutasavvıf İbrahim el-Kurranî’nin talebesiydi.
Seçilen ve yukarıda kısaca kendilerinden bahsedilen az sayıda Mutasavvıf yanında, burada zikredilmemiş sayısız başka şahsiyetler de mevcuttur. Her ne kadar mevzuumuz itibariyle bihakkın takdim edilememişlerse de, Tasavvuf’un Doğru Yol’a perçinli sımsıkı köklerinin daima yerli yerinde ve sabit olduğu artık besbelli olsa gerektir.
Müslüman olmayanlar da dahil olmak üzere, insanların Tasavvuf hakkındaki en büyük ikinci yanlış kanaati, onun içtimaî adaletle ilgili meselelerde rol alma ve Cihad bahsinde gevşeklik arzettiğidir. Tarih, Tasavvufun Cihad’a karşı olmasına şöyle dursun, tam tersine, Mutasavvıfların Cihad’ın önde gelen liderleri olduklarına şahittir. Henüz ilk Mutasavvıflar dahi, Cihad’a katılma ve şehadet mertebesini arama hususundaki iştiyaklarıyla bilinir. Meselâ, İbrahim İbn Edhem (v. 778), lüks bir hayatın içine doğmuş, kudsî ilimleri tedris etmek üzere bilâhare bu dünya saltanatına tamamen sırt çevirmiş ve ilk Mutasavvıflardan biri olarak, daha sonra Bizanslılara karşı açılan Cihad’a katılıp savaşmış bir zahittir.
Aslına bakılırsa, Sufi tekkesinin kök olarak ilk numuneleri, İslam devletinin gittikçe genişlemesiyle sınır boylarına kurulan yarı askerî ileri karakollar anlamında “ribat”a dayanır. Mutasavvıf şeyhler, bu ileri karakollarda, müridlerine Batınî ilimlerle içiçe, zahirî Cihad’ı tâlim ve tatbik ettirdiler.
Tasavvuf ehli, Haçlı Seferleri esnasında, Franklara karşı halkın gösterdiği umumî direnişte hemen yerlerini aldılar.
Mısır’daki Mansura Savaşı’na katılanlar, Şeyh Ebu Hasan eş-Şazelî, Şeyh İbrahim Dessukî ve Şeyh el-Kannavî gibilerdi.
Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Mısır Sultanı El-Kâmil Franklarla müzakerelere başladığında, Muhyiddin Arabî onu, “Sen haysiyet sahibi değilsin ve İslam senin gibileri hoş görmez. Ayağa kalk ve savaş, yoksa onlarla savaştığımız gibi, seninle de savaşırız!” mealinde sözlerle sertçe azarlamıştır.
Hatta İmam-ı Gazalî, savaşı devam ettirmede başarısızlığa düşen Memlûk sultanlarını, benzer şekilde dehşetli bir ihtarla azarlamıştır: “Ya Allah adına kılıcınızı kuşanıp Müslüman kardeşlerinizi kurtarın yahut Müslümanların hükümdarlığı tahtından inin ki, sizden başkaları onların haklarını müdafaa edebilsinler!”
Yedinci Haçlı Seferi deminde Mısır’daki direniş, Rifai tarikatına mensub Şeyh Ahmed el-Bedevî tarafından idare edilmiştir.
Kübreviye tarikatının kurucusu Şeyh Necmeddin Kübra, Harezm’in Moğol çapulcularından savunulması sırasında şehid olmuştur. (Mütercimin Notu: Mevlânâ Hazretlerinin de ilk elde mensubu olduğu ifade edilen Kübreviye tarikatının büyüklerinden ve yine Moğollar tarafından şehid edilen bir diğer Mutasavvıf da, “Tezkiretü’l Evliya” sahibi Feridüddin Attar’dır.)
Yine, Osmanlı Devleti dahilinde Tasavvuf ehli, kitleleri Cihad için harekete geçirmiş, bazen kimi idarecilere karşı ayaklanmaları idare etmiş, bazen Sultan’ın tahta çıkmasına yardımcı faaliyetlerde bulunmuş, bazen de Yeniçeriler olarak bilinen savaşçı sınıfın manevî terbiyesini üstlenmişlerdir.
Sömürgeciliğin hüküm sürdüğü dönem boyunca, Tasavvuf ehli, İslam Ümmet’inin yaşadığı her yerde, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı sürdürülen direniş hareketlerine liderlik etmişlerdir.
Kafkaslar’da Ruslar, öncelikle Nakşıbendî ve Kadırî tarikatlarından gelen çok sert bir direnişle karşılaşmışlardır. Molla Muhammed el-Gazi el-Kamravî, Rusya kendisini Gürcistan’daki Hıristiyanların hâmisi ilan ettiği ve Safevî Fars ülkesinin kimi bölgelerini 1800 yılında topraklarına kattığında, Ruslara karşı savaşmıştır. Molla Muhammed bir Nakşıbendî şeyhiydi ve o şehid olana kadar, yüz binlerce müridi Ruslara karşı savaştı. Sonrasında liderlik El-Emir Hamza el-Hanzecî’ye geçti, fakat bir yıl içinde o da şehid oldu. İşte meşhur İmam Şamil el-Dağıstanî bundan sonra Cihad Emiri oldu ve Ruslarla kesintisiz tam 20 sene savaştı.
Çok ilginç biçimde, İmam Şamil, 3,000 mil uzakta savaşan bir diğer Mutasavvıf Şeyh Abdülkadir el-Cezayirî ile Hac sırasında 1828 yılında karşılaştı ve orada “gerilla savaşı” hususunda görüş alışverişinde bulundular. Onun teslim oluşu sonrasındaysa, isyanlar Kadirî tarikatı mensubları tarafından sürdürüldü. 1864 yılında, diğer birçok masum sivilin yanında, Ruslar 4,000’den fazla Kadirî müridini katletti. Nakşıbendîler ve Kadırîler güçlerini birleştirdiler ve 1865’te, 1877’de, 1878’de ve tüm 1890’lar boyunca Ruslara başkaldırdılar.
Sovyet Devrimi esnasında, Müslümanların kumandası Şeyh Uzun Hacc’ın elindeydi. Stalin, “Çeçen problemi”ni, tüm bir nüfusu toplama kamplarına sürerek kökünden çözdü!
Hind Yarımadasında, Tasavvuf ehli ve tarikatlar, İngilizlere karşı askerî ve fikrî direnişte aktif olarak, çok dikkate değer bir rol oynadı.
Meşhur 1857 İsyanı arifesinde, Şah Veliyullah’ın takibçileri, oğlu Şah Abdülaziz (1746-1824) liderliğinde bir Cihad başlatmış ve sürdürmekteydiler. Şah Abdülaziz’in ilan ettiği fetva, Hindistan’ın “Darülharb – Savaş Diyarı” olduğuydu. “Ülkemiz, köleleştirilmiştir. İstiklâl için mücadele etmek ve köleliğe bir son vermek, bizlerin vazifesidir” diyerek, Cihad ilan etmişti. Kendisinden sonra kavga bayrağı, Tarikat-i Muhammedî’yi kuran ve nihayetinde Pencab Sihleri tarafından mağlub edilen Seyyid Ahmed Berelvî (1786-1831) tarafından devralındı. Tasavvuf ehli olan veya olmayan âlimler, 1857 İsyanı’nda aktif biçimde ve aynı şekilde yer aldılar. İsyan bastırıldığında, 50,000’in üzerinde âlim şehid edilmişti.
1857 İsyanı’nın başarıya ulaşamamasından sonra, sömürgeciliğe karşı Ulema tarafından verilen direniş, kendisini yeniden ve bu kez Diyobendî Hareketi ismiyle şekillendirdi. Bu hareket bünyesinde Hindistan’ın her tarafında Kur’an, Hadis, Fıkıh, Mantık, Kelâm, Fen ve Çeştiye Tarikatı çerçevesinde, temelde Tasavvuf’u tedris ettiren medreseler açıldı. Aynı zamanda Sabirî kolundan Çeştiye tarikatının da bir mensubu olan Mevlânâ Muhammed İlyas Kandehlevî yoluyla, Diyobendî Hareketi bünyesinden Tebliğ Cemaati doğdu. Bu hareketin yoğunlaştığı nokta, Kur’an ve Hadis’e istinad ederek İslâm’ın doğru anlayışına bir dönüş ve ibadete hususi bir ehemmiyet göstererek, Şeriat’ın emirlerine itaatti.
Endonezya’da dahi, 1840 ve 1850’lerde Hollandalı sömürgecilere karşı zaten iyice yaygınlaşmış olan direnişe, Kadirî tarikatı liderlik etti.
Yaygın olduğu saha bakımından, Sufî direnişin belki en aktif tezahürleri Afrika’da gerçekleşti. Tasavvuf ehlinin emperyalizme karşı başlattığı direniş, hemen hemen, Avrupalıların Fas’taki Müslüman topraklarını sömürgeleştirmeye teşebbüs ettikleri ânda doğdu.
Portekizlilerin 15. yüzyılda en ön saftaki hasmı, Mutasavvıflardan en dikkate değer şahsiyet El-Cezulî olmak üzere, Şazeliye tarikatıydı.
Kadirî tarikatından Malikî bir âlim olan Osman Dan Fodyo (1754-1817), bilhassa İslamî ve putperest inanışların birbirine karıştırılması tarzında, o dönem revaçta olan bid’atlere karşı en şiddetli muhalefeti yapan kişiydi. Sonunda hicret etti, bir İslam Devleti kurdu ve bölgeyi Şeriat altında birleştirmek üzere Cihad etti.
El-Hacc Ömer Tal ise, Kuzey Senegalli bir Ticanî şeyhiydi ve hem Fransızlara, hem de Gine, Senegal ve Mali putperestlerine karşı Cihad yürüttü. İkinci haccından sonra, Kahire’den başlamak üzere Afrika’nın muhtelif çeşitlerine seyahatler düzenledi ve en nihayet Nijerya’nın Sokoto şehrine gelerek, Şeyh Osman Dan Fodyo’nun oğlu Muhammed Bello ile birlikte askerî ilimler ve devlet idaresi mevzularında ilmî çalışmalar yaptı. Anavatanına dönüşünde, bilhassa Karta ve Segu’dan putperestlere karşı savaştı. Ömer, sıkı bir Şeriat savunucusu idi ve putperestlere karşı kazandığı bir zaferden sonra, onların putlarından birini, demir bir gürz kullanarak bizzat kendi elleriyle imha etmiştir.
Bir Darkevî sufîsi olan Faslı El-Hacc Muhammed el-Ahreş, Mısır’ı işgal eden Fransızlara karşı savaşmak üzere, 1799 yılında Tunuslu ve Faslılardan oluşan bir teşkilat kurdu.
Seyyid Muhammed Abdullah el-Somalî’ye (1864-1920) gelince; bu zât, Somali’de İngiliz ve İtalyanlara karşı 20 yıldan fazla askerî bir güç olarak faal olmuş, Salihiye tarikatı mensubu Şafiî bir âlimdi. Yaptığı bir konuşmada, şöyle demişti bir keresinde: “Kâfirler, uzak ülkelerinden gelerek vatanımıza saldırdılar. Silahlı güçleri ve hükümetlerinin desteğiyle, dinimizi mahvetmek istiyor ve bizi Hıristiyanlığı kabule zorluyorlar. Sizler, Allah’a imana, silahlara ve kararlılığa sahibsiniz. Onların ordu ve askerlerinden korkmayınız; Allah, onlardan kudretlidir!”
Mutasavvıf mücahidlerin belki de en meşhurlarından biri, 25 yaşında Emir seçilen ve 1830’da Cezayir’i işgal eden Fransızlara karşı bizzat ve bilfiil savaşan Abdülkadir el-Cezayirî’dir. Kendisi, Kadirî tarikatının bir mensubuydu ve üç cildlik “El-Mevakıf” isimli, Tasavvuf üzerine bir eserin de müellifidir.
Moritanyalı Ma’al-Ayneyn el-Kalkamî (1831-1910) de yine bir Mutasavvıftır ve Fransızlara karşı Cihad etmek üzere, Fas’taki “Sharifian” Hanedanı ile şahsî bir ittifak tesis etmiş, bu uğurda oğullarının bazılarını da şehid vermiştir.
Libya’daki Senusî tarikatı da, burada Fransız ve İtalyanlara karşı kurulan bir ittifaka liderlik eder.
Ortadoğu’ya gelince; Osmanlı Devleti’nin karışıklıklar içinde olduğu bir demde, bellibaşlı seçkin Mutasavvıf âlimler taşıdı Avrupalıların işgaline karşı açılan Cihad bayrağını.
Ticanî şeyhi Ali el-Daqar (1877-1943) Şafiî bir âlim olup, kudsî ilimler üzerine ayrı ayrı onbirden fazla okuldan müteşekkil “El-Camia el-Gurra” akademisinin de kurucusuydu. Bedreddin el-Hasanî ile birlikte, Suriye’nin kırlık bölgelerini dolaşarak, emperyalistlere karşı Cihad’ın vacibliği üzerine köylüleri eğittiler.
Haşim el-Hatib (1890-1958), Kadirî tarikatından Şafiî bir âlimdi ve o da Müslümanları Fransızlara karşı Cihad’a geçmeye teşvik etti.
Muhammed Said Burhanî ise, Nakşıbendî tarikatından Hanefî bir âlimdi ve Suriye’nin 1920’de Fransızlarca işgaline karşı savaştı.
Mutasavvıfların direnişi, bugün de yitip gitmemiştir ve İslâm Ümmeti’nin bulunduğu birçok yerde hâlen faaldir.
Misâl olarak, Afganistan Sovyet işgaline uğradığında, Sufî tarikatlar Komünistlerin sürülmesinde merkezî bir rol icrâ etmişlerdir. Direnişin birçok seçkin lideri, Kadirî tarikatının başındaki Seyyid Ahmed Geylanî gibi, Tasavvuf ehlindendi. Bu zât, bir dönem, Mücahidlerin Adalet Bakanı olarak da vazife icrâ etti. Afganistan’ın önceki iki devlet başkanı olan Sıbgatullah Müceddidî ve Burhaneddin Rabbanî ise, Nakşıbendî tarikatına mensubtular.
Taliban’ın kurucu ve lideri olan Molla Muhammed Ömer’in de Nakşıbendî tarikatından olduğu rivayet edilmektedir.
Hatta bugün bile, “Şeyh Abdülkadir el-Geylanî Sufî Cihad Birlikleri” adıyla, Amerikan işgaline karşı savaşmak üzere, 2005 yılı Nisan ayında Irak’ta bir direniş grubu kurulmuştur. (Mütercimin Notu: Bu makalenin yayınlandığı tarihten sonra, bugün herkesin bildiği bir diğer faal Sufî direniş grubu olan “Irak Nakşî Ordusu” kurulmuş ve Amerikan işgalcilerine karşı sayısız büyük operasyona imza atmış ve atmaktadır.)
Şu âna kadar ifade ettiklerimizden de apaçık anlaşılacağı üzere, Tasavvuf ehli, hiçbir zaman pasif ve siyasete kayıtsız mistiklerden olmamış, tam tersine, İslâm Ümmeti’nin bulunduğu hemen her yerde, İslâmî diriliş ve direniş hareketlerinin seçkin fikrî ve askerî çekirdeğini teşkil etmişlerdir. Bu makale, Tasavvuf ehlinin dâvâ, kudsî ilimlerin diriltilip teşekkül ettirilmesi ve Cihad bahsindeki rolleri üzerine her şeyi kuşatıcı bir çalışma olarak tefsir edilmemelidir. Daha ziyade, hacimli ve muazzam bir çalışmanın sadece özet bir takdimi olmak niyetiyle kaleme alınmıştır.
Allah, aramızdan çıkacak ve günümüz fitnesiyle savaşıp İslam Ümmeti’ni birleştirecek bir lider nasib etsin bizlere. Âmin.

20 Mayıs 2008 Salı

İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyorlar:

İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyorlar:
“Kalb, Allahü Teâlânın komşusudur. Allahü Teâlâya kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mümin olsun, asi olsun, hiçbir insanın kalbini incitmemelidir. Çünkü, asi olan komşuyu da korumak lazımdır. Sakınınız, sakınınız, kalb kırmaktan pek sakınınız! Allahü Teâlâyı en ziyade inciten küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günah yoktur. Çünkü, Allahü Teâlâya ulaşan şeylerin en yakın olanı kalbdir. İnsanların hepsi, Allahü Teâlânın köleleridir. Herhangi bir kimsenin kölesi dövülür, incitilirse, onun efendisi elbette gücenir. Her şeyin biricik Maliki, sahibi olan efendinin şanını, büyüklüğünü düşünmelidir. Onun mahlukları, ancak izin verdiği, emir eylediği kadar kullanılabilir. İzni ile kullanmak, onları incitmek olmaz. Hatta, onun emrini yapmak olur.” (c.3, m.45)

(Hayrettin Soykan)

Bir kula cennet ve cehennemi gezdiriyorlar.

Bir kula cennet ve cehennemi gezdiriyorlar. İlk götürüldüğü yer cehennemdir fakat akıl almaz bir manzarayla karşılaşıyor: Ortada mükellef bir sofra ve her iki yanında açlıktan bir deri bir kemik kalmış, acıyla bağrışan sıra sıra insan. Ve hemen buna neyin yol açtığını farkediyor. Cehennemlik her kişinin eline upuzun kaşıklar bağlanmıştır ve herkes bu kaşıkla önündeki tabaktaki yemeğe uzanmasına rağmen, aldığı yiyeceği ağzına sokmayı başaramamakta, üstüne başına dökmekte ve bir deyişle yemek önünde acından ölmektedir... Bu sefer kulu cennete götürüyorlar. O da nesi? Yine aynı sofra ve aynı uzun kaşıklar. Ama cennetlikleri cehennemliklerden ayırdeden hususiyet çarpıcıdır: Cennetlikler yemeği ellerine bağlı bu uzun kaşıklarla kendi başlarına yiyemeyeceklerini hemen farketmişlerdir ve “bencil” cehennemliklerin tersine, hemen karşılarında duran arkadaşlarını besleyip doyurmakta, tümünün yüzünde müthiş güzellikte bir neşe ve sıhhat olduğu hâlde, şen sohbetler yapmaktadırlar...
Hani hep denir ya, “kıssadan hisse”!.. Bir değil, bin hisse!..
(Hayrettin Soykan)

16 Mayıs 2008 Cuma

Hz. Ömer’in, “görünen” suya ve toprağa bakışı:

Hz. Ömer’in, “görünen” suya ve toprağa bakışı:
«Mısır’ı, Hz. Ömer’in(ra) komutanlarından Amr bin As(ra) fethetti. Fetihten sonra Mısırlılar, Amr b. As’a (ra) gelerek bir âdetlerini anlattılar: “Ey komutan, âdetlerimize göre Haziran ayını on iki gece geçince, bakire bir kızı güzelce süsleyip giyindiririz ve Nil nehrine atarız. Böyle yaptığımız zaman Nil yükselir, çevresini sular. Amr b. As(ra) Mısırlılara dedi ki: “Böyle bir işin İslâm’da yeri yoktur. Bu kötü bir âdettir. İslâm geçmişteki kötü âdetleri kaldırmıştır.” Ve Amr b. As(ra) Mısırlıların bu kötü âdetlerini kaldırdı. Fakat Nil, o yılın yaz mevsiminde yükselmeyince kuraklık başladı, halk göç etmeye hazırlandı. da durumu bir mektupla Hazret-i Ömer’e(ra) bildirdi. Hz. Ömer(ra), Amr b. As(ra)’a cevâben şunları yazdı: “Şüphesiz ki sen doğrusunu yapmışsın. Sana bir pusula gönderiyorum; bunu Nil’e at.” Pusulada şöyle yazıyordu: “Allah’ın kulu ve mü’minlerin emîri Ömer’den Nil nehrine. Ey Nil, eğer sen kendiliğinden akıyorsan, hiç akma! Ama Allah’ın emriyle akıyorsan, yüksel ve etrafını sula!“ Hz. Amr b. As(ra)’ın, bu pusulayı Nil’e attığı gecenin sabahında, Nil’in 7-8 metre yükselerek etrafını sulamaya başladığı görüldü. Ve Nil, bugüne kadar bu emre uydu.» (Târih-u Medîneti Dimaşk, 44/337; el-Bidâye ve'n-Nihâye, 7/107)
«Bir gün Hazret-i Ömer, bulunurken minberde, Bir zelzele olmuştu, âniden Medîne’de. / Derhâl tövbe ederek, iniverdi minberden. Kamçısını, şiddetle toprağa vurdu hemen. / Buyurdu ki: “Ey zemin, sallanıyorsun, fakat, Biz istiğfâr eyledik, sen de ol sâkin, râhat. / Vaktâ ki Ömer Fârûk, yere böyle buyurdu. Zelzele de, o anda sâkin oldu ve durdu. / Hattâ Hazret-i Ömer, hayâtta oldukça hem, Medîne’de, bir daha olmadı öyle deprem. / Sonra halkı toplayıp, buyurdu: “Ey cemâat! Ben, Resûl-i Ekrem’den işitmiştim ki bizzât, / Depreme sebep olan, iki mühim şey vardır. Bunlardan biri zulüm, ikincisi zinâdır. / Âşikâre olursa eğer zulüm ve zinâ, Yer, tâkat getiremez yapılan bu isyâna. / Allahu Teâlâ’ya, yalvarır bu sebeple. Ağlar, inler, sallanır, böyle olur zelzele.» (Abdullatif Uyan)

Mustafa Saka

DİVÂN-I SALİHÎN: Salihlerin Divan-ı...

DİVÂN-I SALİHÎN: Salihlerin Divan-ı...
Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin “Kitâb-ül-İbriz” isimli eserinin dördüncü kısmının başlığı bu; Divân-ı Salihîn...
Mevzuya giriş şöyle: «Divan, Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in bi’setten önce gidip ibaret ettiği, günlerce kaldığı Hıra Dağı’nda kurulur. Gavs, mağaranın dışında oturur. Mekke sol omzunun arkasında kalır. Dört kutuplar sağındadır. Bunlar da İmam-ı Malik’in mezhebindendirler. Üç kutup da sol tarafındadırlar. Bu üç kutubun her biri diğer üç mezheptendirler. Vekilin önünde oturur. Bu vekile Divan Kadısı derler...»
Bu minvâlde devam eden konu on sahife sonra şu satırlara dönüşüyor: «Meczublar Divan’a giremezler ve ellerinde de tasarruf yoktur. Meczublara tasarruf etmek salâhiyeti verilirse insanlar helâk olurlar.
─ Peki ne zaman bunlara tasarruf etmek salâhiyeti verilir, ne zaman tasarrufta bulunurlar?
─ Allah lânet etsin! O Deccal yok mu; onun çıktığı vakitte iş meczubların eline geçer. O zaman bunlara tasarruf salâhiyeti verilir. Divan’ın ekseriyeti meczub velilerden olur. Meczublarda temyiz (ayırma) kudreti yoktur. Onun için, yaptıkları işler eksik olur. Deccal de bu yüzden çıkar...»
Evet... İnsanlık garip bir psikoloji içinde... Delilik desek değil, ama akıllılara ait emareler de yok... Bunun tevili gerek...
Bu tevil tabiî olarak Salihler Divanı’na aittir; ve biz avamın gözü kulağı bu tevili görmeye ve anlamaya dair olmalıdır.
Bu anlayış, ayakları yerden kesen mücerred hayâller dünyasına intikali gerektirmez... Gerektirmemeli... Hesapların âhir zaman hakikatine nisbetle en iyi şekilde formüle edilmesini gerektiren bu anlayış, topyekun insanlığın içinde bulunduğu felâketten kurtarılmasına dairdir...
Divan Kadısı’nı gözleyici zaman dilimi içinde, deccalizmin ciğerine hücûm edici hamleyi gerçekleştirecek “MÜJDECİ”nin beklenmesi elzemdir.
Mademki âhir zaman hakîkati inkâr-ı gayr-i kâbil olmuştur, öyleyse mütevatir hadislerin ifade ettiği hakikatlerin zuhuru yaklaşmıştır...
Ahir zaman hakikati, nasıl ki meczub velilerin Divan-ı Salihin’i kurmasını gerektirmişse ve bu gereklilik her şeyin alt-üst olmasına sebep olmuşsa; aynı şekilde, ahir zamanın gereği olarak dertlilerin de meczubane şekilde çalışmaları ve bu çaba ve çalışma içinde nihai zafere kilitlenmeleri gerekmektedir...
“Vur kazmayı dağa Ferhad
Çoğu gitti azı kaldı.”

Saadeddin Ustaosmanoğlu