Dağlar: yine o dağlar, gelişimizdeki koyu kahverengi cılk dağlar… Korkunç bir ıstırap tekallüsü halinde Anadolu ruhunu remzlendiren kel ve keleş dağlar… Uçak, gökte, tereyağından kıl çekercesine kayıyor. Ve ben not alıyorum:
-“Veliler diyarı Arvas, Nurlu Medine’den sonra dünyanın en mübarek yerlerinden biri, belki başlıcasıdır.”
Van’da bana söylenen bu söz, Seyyid Fehim Hazretlerinin torunu Müftü Kasım Arvas’a aittir ve en yüksek dağ boyuna yaklaşmış bir gerçeği abideleştirmektedir.
Mübarek merkad karşısında hayal edilemez bir gelin odasına girer gibi önümde tül tül açılan manalarını hatırlayınca Kasım Arvas’a, belirttiği ölçü bakımından hak verdim…
Ve birdenbire bende bir dehşet!... Müthiş bir keşif…
Aylarca, mevsimlerce evvel, evimde bir rüya görmüştüm. Dik, dik, dik bir dağ zirvesindeyim. Belki binlerce onbinlerce metre derinliklerde köyler ve ağaçlıklar hurdebin camındaki noktacıklar gibi görünüyor. Bu ne yükseklik!... Anlatılır gibi değil… Yanıma, sol tarafıma doğru dönüyorum. Orada, tam zirve noktasında bir mezar… Toprağı elenmiş, taranmış, tertemiz… Beton bir çerçeve içindeki mezarın başında, dörtköşe, toprağa yatırılmış bir levha ve üzerinde İslam harfleriyle iki kelime:
DERVİŞ MUHAMMED
Dehşet!
Bulunduğum nokta ve mezar, aynen Arvas dağlarında gördüğüm manzaraydı ve elenmiş, taranmış toprağını yüzüme gözüme sürdüğüm mukaddes merkade tıpatıp uygundu.
O zaman bu rüyanın Seyyid Fehim Hazretlerine ait bir ruhaniyet belirtisi olduğuna dikkat edememiş; ve Kainatın Efendisine kadar varan “Altun silsile” isimli ve 33 halkalı zincir üzerinde bir de “Derviş Muhammed” adında bir kolbaşı bulunduğu için tecelliyi ona bağlamıştım.
Aynı Silsilenin her büyüğüne cezb hassası ayın olduğuna göre arada bir fark görülemezdi ama rüyamın fiil halinde madde âlemine uyması istikameti Seyyid Fehim Hazretlerine bağlıyor ve hele onun “Muhammed Fehim” adını öğrendikten sonra bütün Silsile boyunca Efendimden ve onun Efendisinden yön aldığım belli oluyordu.
Ziyaretten sonra bende kalan ve en tesirli ilacın yerine getiremiyeceği intiba, müthiş, müthiş bir hafiflikti. Aynı hafiflikte karanlık iklim İstanbul’a dönüyor ve daha önce belirttiğim gibi, uçak beni uçurtmuyor, ben onu uçurtuyordum.
Gözümün önünde artık son nefesime kadar benden ayrılmayacak olan o beyaz, o gelin odası beyazı, o nur beyazı, o beyazlık mayası beyaz, mübarek çerçeve ve içinde baş ve ayakuçlarındaki iki kitabeden manalar:
Hazret-i Seyyid Fehim, o irfan ve din merkezi ki,
Göçüşüyle topraktan eflake dek topyekûn mekân matemle doldu.
Ağlayan Gaipler âlemi, ardından nida etti ve dedi:
Gitti… Kâinatın O var diye var olduğu rahmet tacidarının yanına…
Ve:
O ki, Mesih nefesiyle gönüllere ebedi hayatı üflerdi. Nakşîlik mesleğinde Rabbani yolu, Halidi tavrı ve Seyyid Taha tasarrufu üzerindeydi. Gitti… Ve dört şey bıraktı: Rabbi bilmek, hakkı aramak, gönlü sefalandırmak, vefa.
Beyazlar içindeyim… Beyaz, beyaz… Başı, sonu görünmez beyaz bulutlar… Sanki gökler, kara dünyaya bembeyaz bir ihram geçirmek istiyor… Mücerredin rengi beyaz; içinde hiçbir nispet ve kıyas rengine yer vermeyen bir beyaz… Kesiksiz vefa, sonsuz safa beyazı..
(Hac’dan çizgiler, renkler ve sesler/Necip Fazıl)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder