29 Haziran 2008 Pazar

ZİYARET

Müftü Efendi, bundan evvelki Arvas ziyaretimizde bana ait bir hali tasvir ediyor:
-Seyyid Fehim Hazretlerinin mübarek merkadlerinde ayak ucuna çekilip çömeldiğimiz zaman gözlerim size mıhlandı. Yüzünüz evvela kıpkırmızı kesildi, bütün kanınız başınıza çıkmış gibiydi. Sonra birdenbire kireç rengine döndünüz. Bu defa da vücudunuzda kan dolaşımı diye hiçbir şey kalmadığı hissini veren bir yüz… Öyle oldunuz ki, ruhunuzu teslim etmek üzere bulunduğunuz hissine vardım.
-Bir de bana sorun iç halimi!..
-Biliyoruz, yazdınız!
-Yazıyle, tarifle ne anlatılabilir ki!..
-Bakalım bu defa Seyyid Taha Hazretlerinin merkadi başında ne hale geleceksiniz?
-Allah bilir… Böyle bir ihtarın bana yapmacık tavrı vermesinden korkarım.

………….

Sofu Tahir beni bu avlumsu yer önünde toprağa indirdi. Bir de bakayım ki, arkadaşlar, burada ayakkabılarını çıkarıyorlar. Ben de çıkardım.
Müftü Efendi:
-Burası, Seyyid Abdullah Hazretlerinin merkadi, dedi; Seyyid Taha Hazretleri biraz daha yukarıda…
Seyyid Abdullah, büyük kol başı Mevlana Halid Hazretlerinden Seyyid Taha’ya gelen irşad çizgisinin lahikası halinde, alıcı ve verici olarak her iki tarafa da bağlıdır, ara yerdedir ve Seyyid Taha’nın amcasıdır. Yüzlerce halife yetiştirmiş olan Mevlana Halid’den gelen nur, doğrudan Seyyid Taha’dan geçerken, ayrıca ve aynı merkez yönünde Seyyid Abdullah’a da uğramaktadır.
Seyyid Taha Hazretlerinin bir vasiyeti:
-Seyyid Abdullah Hazretlerinin arkasında beni öyle bir yere defnediniz ki, ziyaretime gelenler önce Seyyid Hazretlerine uğrasınlar; ziyaret yolu kendilerinden geçsin…
Çorapla toprağa basarak binaya girdik. Orta yerde, üstü parlak yeşil bir örtü kaplı merkad… Mezar ziyareti edebine göre çevrelendik ve oturduk.
Bu noktada benim halim kelimenin üstüne çıkıyor. 45 yıl önce karaladığım ve sonunu getiremediğim üç mısra:

Kelimenin üstünde,
Cümlelerin altında,
Benim büyük meselem…
Meğer bugünkü yangınımın kıvılcımlarını o günden taşıyormuşum.
Bir Fatiha ve onbir İhlas okuyup Veli’ye ithaf ettikten sonra gözlerimi yumdum ve kala kaldım. Sanki dondum. Anlatılabilecek hiçbir ihsasa malik değilim… Anlatabilsem veya anlayabilsem başkalarından evvel kendime anlatacağım.
Çıktık. Ziyaretimin asıl mihrakı Seyyid Taha Hazretlerine gidiyoruz… Sık ağaç dallarının içinden sıyrılır sıyrılmaz muazzam bir saray harabesi… Ne o?.. Periler diyarında mıyız?.. Muhteşem kapısı gayet ince nakışlarla haleli pencereleri ve heybetli duvarıyle dış mimarisi olduğu hiç yıpranmamış şekilde ahenkleştiriyor.
Sualime cevap verdiler:
-Seyyid Abdullah Hazretlerinin torunlarına ait konak…
Konak değil, gerçekten saray… Maneviyat sorguçlarının sarayı…
Öyle bir şahsiyet ifadesi içinde ki: “İşte ben buyum ve Türk vatanı buydu!” diye haykırıyor; fakat okyanus ortasında düdük çalan bir geminin çığlığı gibi kimse bir şey işitmiyor. Daha doğrusu kendisi işittirmek istemiyor.
Dikine birkaç adımdan sonra, üstü açık bir toprak çerçevesi içinde üç kabir… Bir önde, öbürü arkasında, daha öbürü de ikisi arkasında ve solda… Öndeki Seyyid Taha, arkasındaki Seyyid Muhammed Salih, yandaki de Seyyid Taha Hazretlerinin çok sevdikleri oğlu…
Büyük bir muayede salonunda, binlerce sarıklı ve nur yüzlü, ayak üstü ve el-pençe divan vaziyetinde insanlara karşı, muazzam tahtına yerleşmiş bir hakim huzuruna çıkar gibi, suçluların en zavallısı edasıyla adımlarım dolaşa dolaşa yürüdüm ve merkadin ayak ucuna yığıldım.
VE ZİYARET
Aynı cümudiyeleşmiş hal… Şeyhimin şeyhinin şeyhi huzurunda, öyle bir boşluğa bulanmış bulunuyorum ki, göğe mi kaldırılıyor, denizin dibine mi indiriliyorum, farkında değilim. Bildiğim, hissettiğim şu ki, her şey benden uzaklaştırılıyor ve bir şey, anlatılmaz bir şey, bana yaklaştırılıyor. Ne şekil, ne renk, ne ses… Her şeyin mücerredinden gelen bir davet…
Bu duygudan bir an kaba akıl hesabına inelim…
Biri, kaba akılcılardan biri çıkıp da sorsa:
-Bu hali kendine sen mi veriyorsun, ziyaret ettiğin büyüğün ruhaniyeti mi? Sakın kendi kendinin telkini altında birtakım hayallere giriftar olmuş olmayasın!..
Cevabı çoktan hazır:
-Bu hali bana o ruhaniyet veriyor ve ben’de ona istidadı yerinde buluyor. O çekiyor, ben de kendimi koyuveriyorum. Emme-basma tulumba misali…
Akılla ruh arası münasebetlerde bundan başka söylenebilecek söz yoktur; ve bu nokta imanın en nazik düğüm merkezidir. Anlayanlar anlasın!...
Ayrılırken Seyyid Muhammed Salih Hazretlerine uğradık. O da, Seyyid Abdullah gibi, Seyyid Taha ile baş halifesi Seyyid Fehim arasında ayrı bir çizgi ve ana yolunyan lahikası mevkiinde… Efendimin şeyhi Seyyid Taha’dan alırken Seyyid Muhammed Salih’den de gelen bir pay var kendilerinde…
Ayak uçlarında, ayak taşından kopma, lahid çıkıntısı üstünde, sanki beni bekleyen yumruk kadar bir parça gördüm.
Sarımtrak pempeye kaçan bir zemin üzerinde kırmızımtrak ve mavimtrak hareli bir taş… Taşı aldım, öptüm, yüzüme ve bağrıma sürdüm ve cebime yerleştirdim.
Ayrıldık.
(Hac’dan çizgiler, renkler ve sesler/Necip Fazıl)

Hiç yorum yok: