29 Haziran 2008 Pazar

kement

* Muhip: “ Sen Arvas’a kendiliğinden mi gittiğini sanıyorsun? Seni çekiyorlar oradan… Sen de tıpış tıpış gidiyorsun!”
Dostumun uçaktaki bu sözü ta ciğerime işlemiş ve ensemden aşağıya doğru bel kemiğim üzerinde kayan bir buz parçası gibi beni ürpertilere boğmuştu.
Evet, boynumda göze görünmez bir kement vardı, bu kemendin ucu, Van’ın Arvas köyünde, mürşidimin mürşidi Seyyid Fehim Hazretlerinin nur yatağı başında, yine görünmez çıkrığa bağlıydı. Çıkrık dönüyor, kemendin ipini sarıyor ve bizi, ister gökte, ister yerde, kendisine doğru çekiyordu.
Böyle miydi?
Böyleydi!
Ve bu, saadetlerin en üstünüydü.

*Kaasım Arvas, dedesine ait bir menkıbe anlatıyor:
-Seyyid Fehim Hazretlerine, üstadları Seyyid Taha ile aralarında köprü vasıtalığı eden Seyyid Muhammed Salih’i nasıl buldukları hakkında sual sorulmuş… Şu cevabı vermişler: “Muhammed Salih Hazretleri kâmildi, mütekâmildi; fakat bir kusuru vardı, inkâr edicileri, kötüleyicileri yoktu.”
Bayıldım ve hemen not ettim.
Bir de Seyyid Taha Hazretlerinin üç öğütlü duası:
-“Allah sizi şöhret belasından, şeytan iğvasından ve düşman şerrinden korusun!”
(Hac’dan çizgiler, renkler ve sesler/Necip Fazıl)

ZİYARET

Müftü Efendi, bundan evvelki Arvas ziyaretimizde bana ait bir hali tasvir ediyor:
-Seyyid Fehim Hazretlerinin mübarek merkadlerinde ayak ucuna çekilip çömeldiğimiz zaman gözlerim size mıhlandı. Yüzünüz evvela kıpkırmızı kesildi, bütün kanınız başınıza çıkmış gibiydi. Sonra birdenbire kireç rengine döndünüz. Bu defa da vücudunuzda kan dolaşımı diye hiçbir şey kalmadığı hissini veren bir yüz… Öyle oldunuz ki, ruhunuzu teslim etmek üzere bulunduğunuz hissine vardım.
-Bir de bana sorun iç halimi!..
-Biliyoruz, yazdınız!
-Yazıyle, tarifle ne anlatılabilir ki!..
-Bakalım bu defa Seyyid Taha Hazretlerinin merkadi başında ne hale geleceksiniz?
-Allah bilir… Böyle bir ihtarın bana yapmacık tavrı vermesinden korkarım.

………….

Sofu Tahir beni bu avlumsu yer önünde toprağa indirdi. Bir de bakayım ki, arkadaşlar, burada ayakkabılarını çıkarıyorlar. Ben de çıkardım.
Müftü Efendi:
-Burası, Seyyid Abdullah Hazretlerinin merkadi, dedi; Seyyid Taha Hazretleri biraz daha yukarıda…
Seyyid Abdullah, büyük kol başı Mevlana Halid Hazretlerinden Seyyid Taha’ya gelen irşad çizgisinin lahikası halinde, alıcı ve verici olarak her iki tarafa da bağlıdır, ara yerdedir ve Seyyid Taha’nın amcasıdır. Yüzlerce halife yetiştirmiş olan Mevlana Halid’den gelen nur, doğrudan Seyyid Taha’dan geçerken, ayrıca ve aynı merkez yönünde Seyyid Abdullah’a da uğramaktadır.
Seyyid Taha Hazretlerinin bir vasiyeti:
-Seyyid Abdullah Hazretlerinin arkasında beni öyle bir yere defnediniz ki, ziyaretime gelenler önce Seyyid Hazretlerine uğrasınlar; ziyaret yolu kendilerinden geçsin…
Çorapla toprağa basarak binaya girdik. Orta yerde, üstü parlak yeşil bir örtü kaplı merkad… Mezar ziyareti edebine göre çevrelendik ve oturduk.
Bu noktada benim halim kelimenin üstüne çıkıyor. 45 yıl önce karaladığım ve sonunu getiremediğim üç mısra:

Kelimenin üstünde,
Cümlelerin altında,
Benim büyük meselem…
Meğer bugünkü yangınımın kıvılcımlarını o günden taşıyormuşum.
Bir Fatiha ve onbir İhlas okuyup Veli’ye ithaf ettikten sonra gözlerimi yumdum ve kala kaldım. Sanki dondum. Anlatılabilecek hiçbir ihsasa malik değilim… Anlatabilsem veya anlayabilsem başkalarından evvel kendime anlatacağım.
Çıktık. Ziyaretimin asıl mihrakı Seyyid Taha Hazretlerine gidiyoruz… Sık ağaç dallarının içinden sıyrılır sıyrılmaz muazzam bir saray harabesi… Ne o?.. Periler diyarında mıyız?.. Muhteşem kapısı gayet ince nakışlarla haleli pencereleri ve heybetli duvarıyle dış mimarisi olduğu hiç yıpranmamış şekilde ahenkleştiriyor.
Sualime cevap verdiler:
-Seyyid Abdullah Hazretlerinin torunlarına ait konak…
Konak değil, gerçekten saray… Maneviyat sorguçlarının sarayı…
Öyle bir şahsiyet ifadesi içinde ki: “İşte ben buyum ve Türk vatanı buydu!” diye haykırıyor; fakat okyanus ortasında düdük çalan bir geminin çığlığı gibi kimse bir şey işitmiyor. Daha doğrusu kendisi işittirmek istemiyor.
Dikine birkaç adımdan sonra, üstü açık bir toprak çerçevesi içinde üç kabir… Bir önde, öbürü arkasında, daha öbürü de ikisi arkasında ve solda… Öndeki Seyyid Taha, arkasındaki Seyyid Muhammed Salih, yandaki de Seyyid Taha Hazretlerinin çok sevdikleri oğlu…
Büyük bir muayede salonunda, binlerce sarıklı ve nur yüzlü, ayak üstü ve el-pençe divan vaziyetinde insanlara karşı, muazzam tahtına yerleşmiş bir hakim huzuruna çıkar gibi, suçluların en zavallısı edasıyla adımlarım dolaşa dolaşa yürüdüm ve merkadin ayak ucuna yığıldım.
VE ZİYARET
Aynı cümudiyeleşmiş hal… Şeyhimin şeyhinin şeyhi huzurunda, öyle bir boşluğa bulanmış bulunuyorum ki, göğe mi kaldırılıyor, denizin dibine mi indiriliyorum, farkında değilim. Bildiğim, hissettiğim şu ki, her şey benden uzaklaştırılıyor ve bir şey, anlatılmaz bir şey, bana yaklaştırılıyor. Ne şekil, ne renk, ne ses… Her şeyin mücerredinden gelen bir davet…
Bu duygudan bir an kaba akıl hesabına inelim…
Biri, kaba akılcılardan biri çıkıp da sorsa:
-Bu hali kendine sen mi veriyorsun, ziyaret ettiğin büyüğün ruhaniyeti mi? Sakın kendi kendinin telkini altında birtakım hayallere giriftar olmuş olmayasın!..
Cevabı çoktan hazır:
-Bu hali bana o ruhaniyet veriyor ve ben’de ona istidadı yerinde buluyor. O çekiyor, ben de kendimi koyuveriyorum. Emme-basma tulumba misali…
Akılla ruh arası münasebetlerde bundan başka söylenebilecek söz yoktur; ve bu nokta imanın en nazik düğüm merkezidir. Anlayanlar anlasın!...
Ayrılırken Seyyid Muhammed Salih Hazretlerine uğradık. O da, Seyyid Abdullah gibi, Seyyid Taha ile baş halifesi Seyyid Fehim arasında ayrı bir çizgi ve ana yolunyan lahikası mevkiinde… Efendimin şeyhi Seyyid Taha’dan alırken Seyyid Muhammed Salih’den de gelen bir pay var kendilerinde…
Ayak uçlarında, ayak taşından kopma, lahid çıkıntısı üstünde, sanki beni bekleyen yumruk kadar bir parça gördüm.
Sarımtrak pempeye kaçan bir zemin üzerinde kırmızımtrak ve mavimtrak hareli bir taş… Taşı aldım, öptüm, yüzüme ve bağrıma sürdüm ve cebime yerleştirdim.
Ayrıldık.
(Hac’dan çizgiler, renkler ve sesler/Necip Fazıl)

UÇAKTA BİR KEŞİF

Dağlar: yine o dağlar, gelişimizdeki koyu kahverengi cılk dağlar… Korkunç bir ıstırap tekallüsü halinde Anadolu ruhunu remzlendiren kel ve keleş dağlar… Uçak, gökte, tereyağından kıl çekercesine kayıyor. Ve ben not alıyorum:
-“Veliler diyarı Arvas, Nurlu Medine’den sonra dünyanın en mübarek yerlerinden biri, belki başlıcasıdır.”
Van’da bana söylenen bu söz, Seyyid Fehim Hazretlerinin torunu Müftü Kasım Arvas’a aittir ve en yüksek dağ boyuna yaklaşmış bir gerçeği abideleştirmektedir.
Mübarek merkad karşısında hayal edilemez bir gelin odasına girer gibi önümde tül tül açılan manalarını hatırlayınca Kasım Arvas’a, belirttiği ölçü bakımından hak verdim…
Ve birdenbire bende bir dehşet!... Müthiş bir keşif…
Aylarca, mevsimlerce evvel, evimde bir rüya görmüştüm. Dik, dik, dik bir dağ zirvesindeyim. Belki binlerce onbinlerce metre derinliklerde köyler ve ağaçlıklar hurdebin camındaki noktacıklar gibi görünüyor. Bu ne yükseklik!... Anlatılır gibi değil… Yanıma, sol tarafıma doğru dönüyorum. Orada, tam zirve noktasında bir mezar… Toprağı elenmiş, taranmış, tertemiz… Beton bir çerçeve içindeki mezarın başında, dörtköşe, toprağa yatırılmış bir levha ve üzerinde İslam harfleriyle iki kelime:
DERVİŞ MUHAMMED
Dehşet!
Bulunduğum nokta ve mezar, aynen Arvas dağlarında gördüğüm manzaraydı ve elenmiş, taranmış toprağını yüzüme gözüme sürdüğüm mukaddes merkade tıpatıp uygundu.
O zaman bu rüyanın Seyyid Fehim Hazretlerine ait bir ruhaniyet belirtisi olduğuna dikkat edememiş; ve Kainatın Efendisine kadar varan “Altun silsile” isimli ve 33 halkalı zincir üzerinde bir de “Derviş Muhammed” adında bir kolbaşı bulunduğu için tecelliyi ona bağlamıştım.
Aynı Silsilenin her büyüğüne cezb hassası ayın olduğuna göre arada bir fark görülemezdi ama rüyamın fiil halinde madde âlemine uyması istikameti Seyyid Fehim Hazretlerine bağlıyor ve hele onun “Muhammed Fehim” adını öğrendikten sonra bütün Silsile boyunca Efendimden ve onun Efendisinden yön aldığım belli oluyordu.
Ziyaretten sonra bende kalan ve en tesirli ilacın yerine getiremiyeceği intiba, müthiş, müthiş bir hafiflikti. Aynı hafiflikte karanlık iklim İstanbul’a dönüyor ve daha önce belirttiğim gibi, uçak beni uçurtmuyor, ben onu uçurtuyordum.
Gözümün önünde artık son nefesime kadar benden ayrılmayacak olan o beyaz, o gelin odası beyazı, o nur beyazı, o beyazlık mayası beyaz, mübarek çerçeve ve içinde baş ve ayakuçlarındaki iki kitabeden manalar:
Hazret-i Seyyid Fehim, o irfan ve din merkezi ki,
Göçüşüyle topraktan eflake dek topyekûn mekân matemle doldu.
Ağlayan Gaipler âlemi, ardından nida etti ve dedi:
Gitti… Kâinatın O var diye var olduğu rahmet tacidarının yanına…
Ve:
O ki, Mesih nefesiyle gönüllere ebedi hayatı üflerdi. Nakşîlik mesleğinde Rabbani yolu, Halidi tavrı ve Seyyid Taha tasarrufu üzerindeydi. Gitti… Ve dört şey bıraktı: Rabbi bilmek, hakkı aramak, gönlü sefalandırmak, vefa.
Beyazlar içindeyim… Beyaz, beyaz… Başı, sonu görünmez beyaz bulutlar… Sanki gökler, kara dünyaya bembeyaz bir ihram geçirmek istiyor… Mücerredin rengi beyaz; içinde hiçbir nispet ve kıyas rengine yer vermeyen bir beyaz… Kesiksiz vefa, sonsuz safa beyazı..
(Hac’dan çizgiler, renkler ve sesler/Necip Fazıl)

8 Haziran 2008 Pazar

Süleyman Hilmi Tunahan’dan (k.s.) 2

—Semada âleme ziya veren güneş bir olduğu gibi, Muhammediyyü’l-Meşreb ve sahib-i irşad olan varis-i hakiki de birdir. Vücud-ı Nebi (s.a.v.), dinin merkezi olan arzda ise de, Ruhaniyet-i Rasulullah, diğer âlemlerde tebliğ-i ahkâm eylediği gibi, varis-i hakiki olan zatın vazifesi de –ona teb’an öyledir. V e bütün kâmiller, kandilini O’ndan yakarlar.
—Salât-ı münciye’nin sırrı “Ve ala alihi” , Salât-ı nariye’nin sırrı “ Ve hüsnü’l-havatim”dedir. İkişer okumalı. Gafil kişiler bu sırdan mahrum olup, “Al” kelimesini okumazlar.
—Kevser sure-i celilini yatarken üç defa okuyup, sevabını Rasulullah’a hediye etmek suretiyle “Ya Rabbi, bu surede bulunan melaike ve ruhaniler beni şu saat ve şu dakikada kaldırmazlarsa, uhdemdeki vebalim onlardan sorulsun” der de böyle bir tedbir alırsa, o saat ve o dakikada mutlaka kaldırılır. Kalkmazsa ayağından çekerler. Bu tecrübesi güç olan güç olan şey değil.
—Vasıta içerisinde Kur’an ve evrad-ı şerif okunmaz. Zira cünüp ve hayızlı kişiler bulanabileceğinden ruhaniler razı olmayıp, felakete sebep olur.
—Hatm-i Hacegan, Abdülhalık Gucdevani Hazretleri zamanında, Hızır Aleyhisselam’ın taleb ve niyazı üzerine, Cenab-ı Hakk’ın ricaline ihsanıdır. Bunun için hatm-i hacegan yapılan mahallerde Hızır (a. s.) hazır olur.
—Dini dünyaya alet eden hocalar, halkı kendilerinden soğuttu. Bir şey alır da para vermez diye, esnaf bunlara yüz vermez ve kaçar hale geldi. Siz öyle olmayın. Maddeyi maneviyata karıştırmayın.
-“İnnallahe leyueyyidu hazaddiyne birraculil facir…” den murad, atom gücü ağır olan memleket olabilir. Küre-i arzda, İslam kanına girmeyen devlet olmak hasebiyle yardımı umulur.
Atomun tesir müddeti elli sene olup, decacilenin müddeti fesadı da elli senedir.
—Millet-i Yahud, hükümet kuramayacak diye kayıt yok. Mutlak hezimet ve topyekün mahvolmaları hakkında hüküm var.
—Büyükler, “Ya Rabbi, bizi tahammül edemeyeceğimiz imtihana tabi tutma. “ diye dua ederler de “Bizi imtihana sokma” demezler. Zira imtihanda terfi derece var. Siz, “Ya Rabbi, ben imtihan ehli değilim, beni imtihan etme. Habibin iltiması ile bizi bu âlemden imtihansız olarak göçür.” diye dua edersiniz. “Allah imtihan ediyor.” gibi sözler asla konuşmamalı. Zira kim imtihan verebilir?
—Bu yolda üstazların himmeti ile nice belalar bağışlanır. Hatimler ve diğer erkân, ihlâsla eda edildiği müddetçe, bu yolda saliklere zarar gelmez.
—Meyveyi ağacın kolundan, feyzi kulunun kalbinden bahşeden Cenab-ı Hakk her şeyi esbaba raptedip, Zat-ı kerimini gizlemiştir.
—Fahr-i Âlem (s.a.v.) ashab-ı güzine sohbet sırasında suallere cevap verirken, Ebu Zerr (r.a.) irtihal-i nebiden sonra, zuhuru beklenen fitnelerden sual etti. Cevaben: “Dehma fitnesi, vehma fitnesi, summün, bükmün, umyün fitneleri, zuhur ile ehl-i islama saldırırlar. Birinci kılınçla, ikinci ehl-i Kur’an’la, üçüncü ise zikir ve rabıta ehli olanlarla def edilecektir. “
Dehma’dan murad, Hz. Ali ve Hz. Muaviye (r.a.) aralarında vaki fitne haçlı seferleriyle İslam alemini yok etmek üzere yapılan taarruzlar. Bunlar İslam kılınçları ile def edilmiştir.
Vehma fitnesi, Fatih’in İstanbul’u fethidir. Batı Trakya’dan Çatalca yakınlarında bir pir-i fani, Fatih’e hitaben: “Ey Mehmed, nereye?” sualine: “İstanbul’u fethe gidiyorum.” cevabını verince, Pir: “O vehma fitnesidir. Onu fethedecek asker ehl-i Kur’an olmak gerek.” Fatih: “Hepsi Kur’an bilirler.” Pir: “Öyleyse imtihan gerek.” der.
Fatih bağlar arasında ordugâh kurup bir hafta bekler. Hafta sonu, orduya hareket emri verilir. Sefer sırasında orduya: Padişah hasta, yanında üzüm olan varsa getirsin, deva olur, şifa bulur, diye ilan edildiğinde, hiç birinde üzüm bulunmadığı anlaşılır. Ve Pir: “Ya Mehmed sana fetih müyesserdir” diye tebşir eylemiştir. Bu fitne de ehl-i iman ile def edildi.
Summün, bükmün, umyün fitneleri, bir kısmı geçmiş, bir kısmı gelmekte, bir kısmı da gelir. Bu fitnelerse, zikir ve rabıtanın nurlarıyla def edilecektir.
—Her hafta, “Divan-ı Salihin” tensib edilen bir gecede kurulur. Rasulüllah (s.a.v.) teşrif ederse reis O’dur. Teşrif etmezlerse Varis-i Rasul riyaset eder. Ve ahval-i âleme ait kararlar alınır. Hükümler verilir. Cari hadisatın ekserisi bu hükümlere bağlıdır.
—Akıl ve imanı kemal bulmayan insanlar; öfke, hased ve kibre esir olurlar.
—Rabıtayla dua: Ya Rabbi, kalb gözümü açıp ta beni perişan etme. Beni rıza-i ilahiyane giden feyz ve nur yolunda daim et.
—Salikler, sahibi nezdinde müsavi itibara sahiptir. Sadece merbutiyet, muhabbet ve gayret ehli olanlar, cevher yüklü develerin, yüksüz develerle farkı gibi itibar olunur.
—Küfrü icab eden veya etmeyen şeyleri bilmek, ezelde vermiş olduğumuz ahde vefa ve kemal-i imandandır.
—Rabıtasız kimseye ilim ta’lim etmek, düşmana silah vermekten farksızdır. Zira ehl-i nefistirler. Heva-yı nefsaniyesine, dünya menfaatine alet ederler.
—Rasulullah’ı nasıl Mevla hazırladı ise, varislerini de O hazırladı.
—Hatm-i hacegan, iki veya üç yapıldı mı her şeyi fethedir. Fenalık yıkılır.
—Yetmiş şeytan kuvvetinde olan nefsin, biricik ıslah çaresi rabıtadır. Ekâbirin ittifakı da bu.
—Bir sufiye kusurunu söylerseniz kızar. Hâlbuki ebedi düşmanı olan nefsi aleyhine yardım ediyorsun. Seni en büyük dost tanımalıydı. Düşmanın aleyhinde sana yardım eden kimse en büyük dostundur.
—Münkir olanlar nefsini, mü’min olanlar Mevla’yı sever.
—Teheccüd kılıyor amma çok geç bırakıyor. Müceddid yolunda gece yarısından sonra uyumak lazım değil.
—Divan-ı Salihin’de Rasulullah bulursa, Arabça konuşulur. Bulunmazsa Süryanice.
—Haccacın zulmü yok, evliyadır.
—Kıyametin dehşetinden mahlûkat, o gün zikre başlayacaklar. Melekler de “Zikrin yeri geçti, o dünyada gerekti.” Diyecekler.
—Ashabı Rasul (s.a.v.) 124 bin erkek, 100 bin kadın, tamamı 224 bindir.
—İsa Aleyhisselam inince: Evvela putları kıracak ve deccali yok edecek. Küffarı istila ettikten sonra, haraç yani cizyeyi kaldıracak. Ya iman ya ölüm diyecek. İşte o zaman: “Li yuzhirahu aladdiyni küllihi” sırrı meydana çıkacak.
—Sahabi: Rasululah (s.a.v.) ‘in daire-i imkân ve daire-i emkine-i külliye’nin tamamını kendi letaifinden nazar ederek seyr-i sülukünü bir anda itmam ettiği kişi demektir.
—Cephe bozuluncaya kadar harb, insanlar üzerinde farz-ı kifaye’dir. Cephe bozuduğu zaman, yediden yetmişe kadar, kadın erkek herkese farz-ı ayın olur. O zaman, kadın kocasından, köle efendisinden izin almadan cepheye koşar.
—Menkul ve gayrimenkul malların sigortası caizdir. Lakin hayat sigortası, Cenab-ı Hakka karşı yakışıksızdır.
—Rabıtada geçen zaman ömre sayılmaz. Ömür dünya ile ölçülüdür. Rabıta ise uhrevidir.
—Evvela imanın şartına bağlanmak, saniyen cesur olmak lazım. Korkaklar, Rasulullah’a tam bağlı olamazlar. Varislerine, üstazlara da bağları gevşek olur. Müslüman cesur olmalı.
—Harb olur. Darb olur, Müslim olur, kâfir olur, gelir gider, devran döner: bazısının imtihan sırası gelir, bazısı sabi iken gider.
—Mehdi bizim usulümüz üzere gelecek, şimdi o devirdeyiz.
—Rasulullah’ın şeriatına, sünnetlerine din ve kitabına varis olan zat-ı alişan, lihikmetin, diğer umurla beraber emsalsiz belalarına da varistir.
—Sadıkların adede ESHAB-I BEDİR’in adedi kadardır. Anadolu’ya ilk giren Osmanlıların adedi de bu kadar idi…
—313 İsmi Azam’dır. Bir sual üzerine “Sadıkların adedi o kadardır…” buyurdular.


(Hatıratım, Ali Erol)

6 Haziran 2008 Cuma

SAHTE SOFÎLER

· Sahte ve yalancı sofîler, ham ve kaba softaların, gûya din ve dinî hikmetler plânında tam mukabil kutbudur.· Ham ve kaba softaların gerçek din hikmetlerine nüfuz edemeyişi ve mütemadiyen nefsaniyetini din olarak ileriye sürüşü, nasıl başımıza tamamiyle aynı cins ve meşrebin tersine dönmüş örnekleri halinde küfür nesillerini çıkardıysa, onlardan çok daha evvel ve pasif seciye nümuneleri olarak da sahte ve yalancı sofîlerin türemesine vesile oldu.· Pîrinden itibaren birkaç kuşak doğru yol olarak devam eden ve Osmanlı İmparatorluğunun ilk şerefli ordu unsurlarına ruh ve seciye nefheden Bektaşîlik, en kısa zamanda bozulmuş ve gitgide tefesühte öyle bir hız ve mikyas kazanmıştır ki, hiçbir küfür müessesesi, onun temsil ettiği bozgun dehâsına varamaz olmuştur.· Sahte ve yalancı sofî, Bektaşîlikte silâh olarak nükte, telkin tesir altında bırakıcı meşrep, her işte telifçi, muvazaacı, oluruna bağlayıcı ve sulhçu seciye ve bilhassa sâbit ve mutlak kıymetlere karşı gizliden gizliye müthiş bir suikast zekâsı belirtir.· Sahte ve yalancı sofî, Bektaşîlik üniforması altında, Yahudilerin ve Masonların ulaşamayacağı bir içten tahrip dehâsıyla, her dişi gûya zarif bir nükte belirten testeresini cemiyetin ruhî salâbet kökü üzerinde gezdirirken, intisap iddia ettiği Melâmîlik veya «Vahdet-i Vücud» culuk meşrebiyle de bütün günahlara müsait zeminleri açar ve insan nefsaniyetini tanrılık dâvasına kadar düşürür.· Ruh nescimizin, tıpkı beyin zarına üşüşen verem mikropları gibi sahte ve yalancı sofîler elinde lif lif dişlenmesi neticesi olarak aldığımız büyük ahlâkî yara, son devirlerin bile ilk âmilini ihtar edecek mâhiyettedir.· Devirler boyunca bu türlü sahte ve yalancı sofîler, en küçük köylerden bile yerden mantar bitercesine, birer «ajans» türetecek kadar kötü sirayetlerinin kendi kendisine inkışafını görmüşlerdir. Tarikat ve mârifet taslayan şeyh edalı bu nevi echel ve esfel mikropların içinde, türlü üfürükçüler, gâipten haber verenler, devlet ve istikbâl dağıtanlar, tılsım ve keramet taslayanlar, namaz ve ibadet sevabı bağışlayanlar ve daha neler neler vardır.· Sahte ve yalancı sofîlerden bir kısımının en zehirli tesiri de, derviş seciyesi adına heykelleştirdiği korkunç ruh tablosudur: Pis, hasta, dünya ile alâkasız, iradesiz tedbirsiz, bütün madde ve mâna hâkimiyetinden uzak, nerede akşam orda sabah, topyekûn içtimaî vazife hissine lâkâyt, kapıları çalıp «Şey’en lillâh – Allah için bir şey» istemeyi ve dilenmeyi şiar edinmiş tipler... Devirler boyunca bütün vatan bu nevi dervişlerle dolmuştur.· Bütün dinlerin ve medeniyetlerin anası olan ve aslî rengini İslâmlıktan alan Doğuya, Avrupalının gözündeki sahte ve yalancı mânayı verdiren, işte bu sahte ve yalancı sofîlerdir! Onların en tehlikeli cephesi de, câhil insanları çabucak avlayıveren gûya renkli ve san’atlı ruh hâletleridir.· Sahte ve yalancı sofîler, muhkem ve mukaddes şeriat tablosunun önünden tahrip eden ham ve kaba softalara karşılık, onu arkasından bozan ihanet unsurlarıdır.· Dördüncü hükûm: İslâm inkılâbı sahte ve yalancı sofîlerle olmaz!
Necip Fazıl KISAKÜREK /İdeolocya Örgüsü’nden